21 Ekim 2008 Salı

Bankacılık Sistemine Bakış

ELEŞTİRİ: MÜŞTERİ ODAKLI BANKACILIĞIN MÜŞTERİ ODAKLI ANALİZİ
Mustafa Sinan Alptimur


“Sorunların saptanmasını, harekete geçilmesini bekleyene kadar, çok şirket yüksek miktarda rantı kendine transfer eder. Sorunların çözümü ise ayrıcalık olarak sunulur; müşterisini baştan etkiler, yeni bir rant başlar… krizlerdeki fırsatlar budur!”


Bankacılık, öyle müthiş bir sistemdir ki para arz eden ve talep eden miyarlarca kişiyi aynı havuzda toplamaktadır. Bu sistem öylesine harikadır ki; düşük faizlerle para arz edip, yüksek faizlerle, ciddi komisyonlarla para talep etmeye razı olduğumuz bir sistemdir. Bu rıza zorunluluktan mı yoksa gerçekten karşılığının alınacağı bilindiğinden mi kaynaklanmaktadır? Yoksa sosyal sorumluluğa katkı yapmak için mi?
2000 yıldır uygulanan bankacılık sistemi insanların “kazanma” güdüleri üzerine kurulmuştur. Kimileri bankaları güvenli olduğu için bir saklama alanı olarak görmüş, kimileri daha yüksek faiz elde edebilmek için bir geçim aracı, kimileri güvenilir ticaret yapabilmenin bir aracı olarak görmüştür. sonuçta hepsinde kazanma arzusu yatmaktadır. Peki kim kazanıyor: aracılar mı, kişiler mi? Şüphesiz her ikisi de… ancak bir nüans farkı vardır ki, sistemin can alıcılığı burada yaşanıyor. Şimdi bu nüansı çeşitli argümanları açıklayarak sunmaya çalışacağız. Asıl cevaplandırmaya çalışacağımız soru en çok kim kazanıyor, nasıl kazanıyor…
Bankaların faaliyetleri kanunlarla sınırlı olduğu gibi müşterileri de kanunlarla korunmaktadır. Bankalar, bu kısıt altında karını maksimize edebilmek için çeşitli araçlar kullanmaktadırlar ve bunlara bankacılık ürünleri denmektedirler. Örneğin krediler, mevduatlar, kredili mevduatlar; ödeme araçlarından çek, kredi kartı, akreditif… aslında hepsi kişileri koruyan, riski azaltan, ekonomiyi hareketlendiren; oldukça faydalı araçlardır; en azından daha iyisi bulunana kadar. Ancak faydaları, olması gerekenin çok altındadır. Hepsinin bir bedeli var mıdır: vardır…

MALİYET YÖNÜNDEN:
Banka karı nereden kaynaklanır:
Banka Karı = [kredi faizleri(nakdi-gayrinakdi)+komisyonlar+sigorta bedelleri+yatırım+iştirak gelirleri] – [mevduat+borçlanma faizleri+sabit giderler(saklama, işlem, kira,ücret, elektrik, su, internet…)+girişimci bankanın riski]
Kuşkusuz en büyük gider kalemi sabit giderlerdir. Yani komisyon, faiz, ücret, kira, teknoloji, reklam, telif vs. bu maliyetleri nasıl telafi etmeli ki sistem kar etsin? Kar etsin ki; daha çok kaynakla, daha çok kişi ucuza kredi kullanarak iş yapsın, ihtiyacını karşılasın?

a.Risk Unsuru(likidite, kur, vade, kredi)
Bankacılıkta parayla ölçülemeyen tek maliyet, fiyatlamayı belirleyen bir etmen olan risk unsurudur. Bu risk, bankanın faiz geliriyle doğru orantılıdır. Risk unsuru kanunlarla ve sigorta fonu ile minimize hale getirilmektedir; yani müşterilere de yansıtılmaktadır. Gerçi riskler “sigorta fonu” yolu ile bir anlamda hayati şartlar anlamında garanti altına alınıyor. Örneğin; kredi kullanan müşterilere zorunlu sigortalar yaptırarak hem bir fon havuzu oluşturmaktalar; bunu piyasalarda değerlendirerek hem gelir elde etmekteler; hem de, müşteri ölmediği takdirde, karşılıksız bir gelir elde etmektedirler. Müthiş bir gelir bu aslında. Kredi kullananların hepsin aynı anda ölmediği düşünülürse bu şirketler ciddi kazançlar elde ederler; ediyorlar da… Sadece belirli koşullar altında vaat ettikleri hizmetleri sunarlar. Aslında sunacakları hizmetleri vaat ederler!! Yani riski fiyatlandırırlar.
Kullanılan kredilerden masraflar kesilmekte, kullandırılan çeklerden sayfa başı masraf alınmakta, poslardan çeşitli şartlar altında komisyonlar kesilmekte, para transferlerinden, döviz alım satımlarından ciddi kazançlar sağlanmaktadır. Bir de kredi kartlarından kesilen üyelik masrafları ve hesaplardan alınan hesap işletim ücreti ile kredi içeren mevduat hesaplarının kullanım ve limit aşımı faiz gelirleri var! Oyunun kuralı en baştan kabul ediliyor aslında. Bir anlamda alan da veren de memnun. Bankalar, piyasayı hareketlendirmek için, rekabeti arttırabilmek için bu komisyonların, masrafların teşvik edici ve kullananların daha etkin çalışmasında bir güdülenme aracı olabileceğini düşünmesi muhtemel olsa da, müşteriler için günü kurtarmak için katlanılan masraflardan öteye gitmiyor. Yani gönlü ve eli açık Türk insanının “3-5 kuruş gitsin; önemli değil. İşim görülsün de…” mantığıyla milyon liralarca karlar açıklanıyor. Rant belli bir yerde kalıyor, müşteriler de günlerini kurtararak, bankaların işlerini gördüğünü düşünüyor. Sonuçta nakit paraya ihtiyaç duyduklarından Ahmet’e Mehmet’e değil, bankalara muhtaçlar…
Ölüm ve sürekli sakatlık halleri varsayımları ile kullanılan kredilerden, poslardan … sigortalar kesildiğini söyledik. Müşterilerinin her türlü bilgisine sahip olan bankalar, geri dönmeyen paranın riskini de kanunlara yüklüyor aslında. Sadece cari dönemde belli bir zarar eden bankalar, açılan davaların sonuçlanması ile hacizler sonucunda satılan mal ve mülklerin sahibi konumuna geçiyor. Yani risk unsuru da sigorta ve kanunlarla minimize hale geliyor. Kredi kullanan tek tek bireylerin bütçe krizi döneminde haciz kapılarını bir anda çalabilmektedir(haciz ve haciz öncesi masraflarıyla). Buna karşılık bankacılık krizlerinde ise bankaların kapıları yıllarca açılamamakta, hacizler işe yaramadığı gibi kanunlar da yetmemektedir. İnsanlar kurtarabildiği paralara razı olmaktadırlar. Yine kazançlı olanlar bankalardır.
Yıllık ortalama %16’dan mevduat toplayan bankalar, bunları yıllık %17,88faiz + komisyonla kredi vermektedir. Hadi komisyonu kırtasiye ve birim başına düşen ücret, kira ve diğer sabit ücretlere sayarsak geriye kalan %1,88 nerede? Burada tartışmaya çalıştığım şey, 1,88’in nereye gittiği değil; bu farkın neden oluştuğudur… Her şeyi piyasa mı çözüyor yoksa birilerinin hesabına… Yoksa paranın meşru olarak da gittiği yer çok olur! Ne de olsa fiyat = maliyet + müşterinin gözden çıkardığı bedel + kardır. Daha yıllık %16’dan mevduat toplayıp, yıllık faiz oranı %40’lardan başlayan kredi kartı faizlerini söylemek bile istemiyorum.

b.En az Maliyetle Kazandır:
Kaynağın kullanımını ana hatlarıyla da olsa anlattık. Şimdi bu kaynağı bankaların nasıl sağladığına değineceğiz… Banka kaynakları mevduatlar, borçlanma ve öz kaynaklardır. Burada mevduat ve borçlanmadan söz edeceğiz. Bankaların da diğer her ticari işletme gibi amacı kaynağı düşük maliyetle elde edebilmektedir. Hatta insanlarla görüşerek, konuşarak ve psikolojik insani her türlü imkânları da kullanarak kendine ucuz fon sağlamaya çalışırlar. Bu fonlar tek başına birey bazında güçlü değildir. Bu yüzden de müşterilere vadesiz mevduattan, yüksek faizli vadeli mevduata kadar olan tüm fiyatları önerirler. Hatta vadeli mevduatın banka üzerindeki yükünü bir nebze azaltabilmek için maliyeti neredeyse sıfır olan çeşitli türev araçları devreye sokmaktadırlar. Otomatik fatura tahsilâtları, vergi ödemeleri, diğer her türlü ödemelerin hesap yolu ile yapılması; kredi kartları, kredili mevduat hesapları bunların belli başlılarıdır ve belli bir vadesiz mevduatı hesapta bulundurmak için en ideal araçlardır. Bu vadesiz mevduatlar birer damla gibi tek başına güçsüzdürler ve gözden çıkarılmış miktarlardır müşteriler için. Ancak bankalar için bir araya geldiklerinde bir sürahi su gibi bankanın içini serinletecek bir kaynak oluşturmaktadır. Bundan ciddi paralar kazanılmaktadır. Her türlü gecikme faizi, hesap işletim ücreti, yıllık üyelik aidatı vs. acımasızca alınmaktadır. Örneğin hakkında hiçbir şey bilmeyen birinin elinde bulunan bir kredi kartı, banka için sevilen bir ürün olmaktadır ve böylece pazar avantajından yararlanmaktadır.
Bankalar neden maaş ödemeleri almak için çılgınlar gibi taklalar atarlar dersiniz? Çünkü çok ciddi miktarda bir fon, düşük maaşlarla ve esnek zamanlarla çalışan personelin sunduğu düşük maliyetli hizmet ile sermaye, para, döviz, kredi ve diğer türev piyasalarında ciddi kazançlar elde edeceklerdir. Üstelik bu maaş sahiplerini geleceğe yönelik tasarruflar yapmaya ikna edecekler ve sözde şirketlerin 3 yıl önünü göremediği bir ülkede bireylerin 10-15 yıllık yatırım yapmalarını sağlayarak gönüllü yatırılan bir fon elde edeceklerdir. Maliyeti mi? yüksek değil… zaten yarısından çoğu 2-5 yıl arası masraflarda kurtarabildiği parasını alıp çıkar sistemden…

BASİT BİR BİLANÇO ANALİZİ:
Bankalar borçlanma ve topladığı mevduat yolu ile kredi kaynağı oluştururlar. Bu kaynağı ihtiyacı olanlara verirler; tabi kazanç elde ederler. Bankaların gelir tablolarını incelediğimizde verilen faiz, ücret ve komisyonlar alınan faiz, ücret ve komisyonların yarısı oranındadır. Geriye kalan karın ise çoğunun personele dağıtıldığı söylenmekte ancak çalışan sayısına ve aldıkları maaşlara göre karı kıyasladığımızda yine çok yüksek miktarda olduğunu görmekteyiz. Bu kar gerek banka içinde gerekse banka dışında bir zümre oluşturmaya yetecek kadardır.
Bilançoya baktığımızda da toplam kredilerle toplam mevduat neredeyse birbirine eşittir. Toplanan mevduatların tamamının sadece kredi olarak verildiğini varsayarsak; kredilerden elde edilen gelirin yarısının net kar olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır. Bu banka karı ekonomiyi harekete geçiriyor mu faiz oranlarını düşürerek? Tabiî ki hayır! Her 10 yılda 1 kere gerçekleşen bankacılık krizlerini saymazsak bu kar daha çok dışsallıklar için verimsizce kullanılıyor. Konserler, gösteriler, VERİMSİZ sosyal programlar… bunları sizlerden kim talep ediyor? Sosyal sorumluluk mu, etik mi?
Gelir kalemleri yönünden ise bir hayli zengindir bankalar. Gerek ölçek etkisi olsun gerek spekülasyon gücü olsun kredi ve döviz piyasasının haricinde, para ve sermaye piyasalarından da iyi para kazanmaktadırlar. Giderleri ise belli bir sabit gider, faiz ve komisyon gideridir. Hadi ciddi teknolojik yatırımı var desek bilançoda nerede bu yatırımlar? Bunları da dışarıdan telifle satın almaktadırlar.

LİKİDİTE YÖNÜNDEN:
Müşterilerin yatırım için sakladığı varlıklar bankacılık sisteminin içinde tek tek birer damladır; bir araya geldiğinde ise üstünde gemi yüzdürecek kadar derin ve bir o kadar büyük bir su kütlesi haline gelir. Bu su kütlesi ekonomi döndükçe dalgalar yaratır, birilerini içine alır götürür ancak gemiler hep üstte kalır. Sistemin sihir ise şudur: hiçbir müşteriye tek başına olduğu unutturulmaz; çünkü banka öyle bir organizasyondur ki; birbirlerini tanımayan insanların paralarını, varlıklarını tek başına bir havuzda toplayarak piyasada likidite gücü elde ederler. Bu güç piyasayı yönlendirebilir, ilişkileri yönetebilir.

PERSONELİN GÖREVİ:
İlk olarak parantez içinde şunu söylemeliyim ki; (Türkiye’de bankaların personel bulma sıkıntısı diye bir sorunu yoktur). Personelin en temel görevi müşterilerdeki parayı bankada en az maliyetle tutmaktır. Yani verecekleri faiz son çaredir. Daha çok, az riskli yatırım fonları ve düşük getirili fon benzeri varlıklarda tutmayı hedeflerler. Küçük yatırımcılarda ise daha çok düşük faizli vadeli hesap açmaya çalışırlar ve bundan da ciddi bir kredi kaynağı sağlarlar. Bu yüzden banka personelinin hedefleri bu doğrultudadır ve bu hedeflerden prim alırlar ki; net maaşa kalırlarsa aç kalırlar. Bu yüzden hedefleri tutturabilmek için çok çaba sarf ederler; üst birimlerden çok ciddi baskılar görürler. Bunun personel için anlamı aylık maaşa artı gelir olarak 100-200 ytl’dir; bunu da 6 ayda 1 kere alırlar. Banka için anlamı ise kredi verilebilir kaynak ve oluşan bir havuzdan sağlanabilecek potansiyel bir gelir akımıdır…
Bankalar alt seviyelerde işe alımlarda piyasadaki genç “işsiz ordusunu” kullanırlar. Banka içi terfi, işten ayrılma, atılma, yeni şubeler açma neticesinde düşük ücretle bile çalışmaya razı olan işsiz gençlere kucak açarlar. 5-6 ay içerisinde yaptıklarının doğru olmadığını görenler işten ayrılabilmekte, diğerleri 1 yılını doldurmayı beklemekte ve kabul edenler ise banka içinde düşük ücret marjlarıyla yıllar içinde yükselmeyi kabul etmektedirler. Parayı bankada tutamayanların ise bankacılık kültürüne uygun olmadıkları için, 3 ay içerisinde ansızın işlerine son verilir. Ancak batık kredilerin hesabını kimseden alamazlar. Maaşlardan aslan payını alanlar ise müdürler ve koordinatörler olur.(sakın onların bilgi birikimlerini savunmayınız). Sonra da “kaliteli çalışanımızla, sürekli katma değer yaratarak, ekonomiye, çevreye, topluma ve müşterilerimize değer katarak, en kaliteli hizmeti vermekteyiz” gibi misyonlarla sürekli ekranlarımızda olurlar. Tamam kaliteli hizmet doğru; verdikleri değer ise asgari bir değerdir. Bugün personel evleneyim dese evini geçindiremez. Bu yüzden de sürekli aileyi ertelemektedirler; ne için? Kendilerine kariyer için, bankalara kar için!!! Kar’ı düşünen hangi personel acaba; %1. Gerisi karnını doyurmayı düşünüyor… açıklanan milyon YTL karlar nerede, ekonomiye katma değer mi sağlıyor?
Ayrıca personel 1 yıldan önce ayrılırsa tüm masrafları ödemeyi kabul edeceğine dair bir sözleşme imzalamakta ve banka 1 yıllık riski de personelin sırtına yükleyerek, personeli psikolojik olarak da en az 1 yıl bankaya bağlamaktadır.

FİYATLANDIRMA YÖNÜNDEN:
Maliyetler, risk unsuru, vade yapısı, rakip bankalar, ürünün yapısı ve işlem hacmi en tabii fiyatlandırmayı etkileyen ve belirleyen faktörlerdir. Bunun yanında bir de üşteri fiyatlaması vardır… fiyatlandırma, bir müşteri portföyündeki tüm ürünleri dikkate alarak, müşterilerin razı olduğu!! Maksimum bedeli elde etmek suretiyle oluşan fiyattır. Bir anlamda gönüllülük usulüne dayanır. O zaman maliyet + kar = fiyat klasik önermesinde kar kısmını müşterinin razı olduğu miktara kadar arttırılmasına müsaade vardır. Ekonomi bu noktada harekete geçirilmelidir veya durdurulmalıdır ki; bankalar karları bu noktada açıklayabilmektedirler. Müşterinin fiyat hassasiyeti bu noktada test edilmekte ve kanun yolu açık tutulmaktadır. Ayrıca bir analiz yapsak, KOBİlere sözüm ona kredi veren bankaların açıkladıkları karların ekonomileri yavaşlattığını savunabiliriz. Veya alternatif hipotez olarak; diğer koşullar sabitken, banka karlarının düşüşünün, ekonomiye hız verebileceğini savunabiliriz. Tabi bunu yaparken kar marjı yüksek olan bankaların geleneksel görevlerinden sıyrılmadıklarını da varsaymalıyız. Çünkü, unutmayalım ki; bankalar Türk Ticaret Kanunu ve Bankalar Kanunu’na bağlı bir Anonim Şirkettir ve kar amacı güderler.
Şimdi birkaç sektörün kar oranlarını basitçe görelim:



ÖZKAYNAK.....................2005....2006.....2007
KARLILIĞI.BANKA...............16......19......21,3
..........SİGORTA ŞİRKETLERİ..7,12....4,62....18,87
..........İMALAT..............7.......11,2....13,2
..........TÜM FİRMALAR........7,5.....11,4....10,9
Kaynak: TCMB, Hazine Müsteşarlığı

Karlılıkla ilgili diğer verilere bir sonraki çalışmada yer vereceğim. Emin olunuz ki; diğer karlılık oranları da imalat ve hizmet sektörlerine göre çok daha iyi ve temiz(net) durumdadır. Şimdi bu kar oranlarına bakarak bankacılık işine mi girelim, yoksa imalat mı yapalım: ikisinde de standartlar var, İkisinde de güven unsuru var. İki sektör de birbirinin girdisi. Hangi işe gireceğimiz önemsiz. Önemli olan vergilerin ekonomiyi yavaşlatan bir unsur olarak görenlerin, banka faiz ve komisyonların esas anlamda ekonomiyi yavaşlattığını, ciddi bir gelir transferi olduğunu görmezden gelmesidir.

SONUÇ YERİNE: BANKALAR NASIL KURULUYOR?
Bankacılık Kanunu, güven esasına dayanan bankaların kurulma şartlarını kurul izniyle ve anonim ortaklık biçiminde kurulma olmak üzere iki biçimde açıklamaktadır. Banka kurmayı da; sermaye sınırı ve yeterliliği, bilgi ve beceri sahibi olma, banka yönetimini oluşturabilme, güvenilir olma gibi koşullara bağlamıştır. Bunların hepsi, bankacılık sisteminin bir fiyasko olmasının istenmemesinden kaynaklanmaktadır en tabii… Faaliyetlerini fiyasko haline getirmeden belli kanunlar ve haksız kullanımı önlemek için birtakım faaliyet yükümlülüklerle ile sınırları çizilmiştir. Hatta zaman zaman siyaset ve bankalar arasında güzel ilişkiler kurulmuştur.8 yıl önce müşterilerinden daha kötü durumdaki bankaların tasfiyesine hala devam edilmektedir.
Güvenilir, iş bilen, sermaye sahibi insanlar bankacılık sektöründe iş yaparken, diğer iş bilen, sermayedarlar da bankalarla birlik olarak, kredi ve kredi kartı borçlarını geri ödeyemeyen kişilere gayrimenkul-taşınır ipotek-rehini karşılığında illegal borçlar vermeyi önermekte; kabul edildiği takdirde de malından mülkünden olmaktadırlar.(bankaların da aracı olduğu tefecilik). Böylece banka şubeleri, kredilerin ve piyasaya verilen fonların geri dönmesiyle karlılığını arttırmakta, illegal kreditörler ciddi bir kayıt dışı gelir elde etmektedirler. Böylece zararı gören yine baştan tüm şartları kabul eden müşteriler görmektedir. Tefeciler borcu bankaya ödeyerek müşteriyi mahkeme ve icra masraflarından kurtararak, faiz + daha düşük bir maliyetle kendilerine borçlandırmaktadırlar. Tabi ki müşteriler de bu kredileri tüketim için kullanırsa batmaları içten değil; ancak insanların sadece gelir durumlarına bakarak ve harcanabilir gelir ve tasarruf düzeyine bakmadan fon kullandıran zalim sistemin hiç mi suçu yok?
Yukarıda da gördüğümüz gibi bankacılıkta güzel karlar var. Bırakın serbest piyasa ekonomisi burada da çalışsın; gelin, bankacılıkta merkeziyetçiliği bırakın da girişimciliği ön plana koyalım. İşine gelen dürüst tüccar küçük ölçekte bankacı olsun, parasını serbest rekabetle piyasasında pazarlasın; kendi mevduatını kendi toplasın, kredi kaynağını ve organizasyonunu kendi oluştursun. Ulusal-uluslar arası değil; yerel olsun. Yine kural ve kanunlar çerçevesinde tabiî ki; tabii ki boş birer laf bunlar… güzel karlar varsa, BİT organizasyonu tamamsa, emek arzı azalmıyorsa kim istemez ki bu sektöre girmesin? Devlet belki teşvik, vergi politikalarını bırakıp, başa baş maliyetli etkin bir bankacılık girişimi yapsa -çılgınlık olur- ekonomiyi, kaynak kullanımını, gelir dağılımını çok daha etkinleştirecektir. Eleştirdiğim husus bankacılıkta adem-i merkeziyetçilik değil; ekonomiden bankalara aktarılan fon transferinin büyüklüğüdür.(tasarruf miktarının neredeyse %5’i )(1) . Aslında devletin dışlama etkisini savunanlar herkesin göremediği rantları görebilen ve bunlardan maksimum düzeyde yararlanan girişimcilerdir, yüksek sermaye sahipleridir.
Öneri: bankalar, kar etmeyen birer kuruluş olarak çalışmalıdırlar. Tüm giderler sağlansın, maaşlar istendiği kadar ödensin; ancak sene sonu bilançolarında çalışan başına düşen net karı yaklaşık 48.000ytl (2) olan karlar açıklanmadan misyonunu gerçekleştirsin. İşte o zaman enflasyon artmaz, işsizlik azalır, ekonomi düşük maliyetle harekete geçer, ihracatta rekabet avantajı sağlanır. Tüketim için kredi sınırlandırılmalıdır. Üretime dönük projelere verilen krediler dikkatle izlenmelidir. Krediler, doğrudan müşteriye verilmemeli; bankalar, müşterinin kredi ile yapmak istediği işler doğrultusunda firmalarla yapılacak anlaşmaya taraf olması ve kredi kullanan müşterinin iş yapacağı firmalara yaptırım getirmesi daha verimli olacak, hiç olmazsa bankalar da aldıkları komisyonu hak edeceklerdir. Bu konuyu da bir başka yazımızda analiz edeceğiz…

(1) Tasarruf = mevduat(vadeli+vadesiz) toplamı. Vadesiz mevduatlar; işlem amaçlı saklanan paraları temsil eden potansiyel tasarruflardır. %5 oranı bankacılık sistemi net karının toplam mevduata oranı ile elde edilmiştir.
(2) http://www.tbb.org.tr/turkce/bulten/3%20aylik/bankabilgileri/200806/haziran2008.pdf ilgili belgeden bankacılık sektörünün 2008 yılı net karının sektördeki toplam çalışan sayısına bölünerek bulunmuştur. 47.979,86 YTL.

11 Ekim 2008 Cumartesi

Kitap Özeti - Karakter Aşınması -

KARAKTER AŞINMASI (ÖZET)
Mustafa Sinan Alptimur



GİRİŞ
“Karakter Aşınması” kitabı Richard Sennett’in yeni kapitalizmde işin kişilik, yaşayış üzerindeki etkilerini belgelerle, örnek olaylarla irdeleyen bir çalışmadır. Kitabın ana başlıklarına baktığımızda hiç de yabancı olmadığımız “kapitalizm” olguları ile karşılaşmaktayız. Yazar, bu başlıklar altında eski kapitalizmden yeni (çağdaş) kapitalizme geçişi; bu geçiş sürecinde yapılan işin işleyişindeki değişim ve iş hiyerarşisinde çalışan bireylerin işe bakış açıları, çalışma koşulları, yaptıkları iş ve sosyal hayatlarındaki değişim somut, mesleki örneklerle açıklanmıştır. Yazar, gelişen kapitalizmin sonucunda, modelize edilmiş iş ve işçi örgütlenmelerinin, özellikle, yirminci yüzyılda küreselleşme olgusundan nasıl etkilendiğini ve bu modellerin aksayan yönlerini karşılaştırmalı bir biçimde irdelemiştir. Kapitalizm işleyişinde çalışan insanların çalışma şartlarının, teknolojinin ve iş anlayışının değiştikçe, bu değişimler karşısında nasıl çaresiz kaldığını, kısa vade olgusu karşısında, kendini yeniden yetiştirememenin çaresizliğini hissettiğini görmekteyiz. Bu teknolojik değişimler ve kısa vadede “işin” yerini alan “projelere” yönelme sonucunda, çalışan bireylere daha az ihtiyaç kalmış, ayrıca proje bittikten sonra işten çıkarılma tehdidi altında olan çalışanların kişilik değişimleri (durumu kabullenmeleri) örneklerle incelenmiştir. Ayrıca teknolojik gelişmelerin; yapılan iş üzerindeki fevkalade verim artışı, çalışan bireylerin teknolojik değişime ayak uydurmaları gibi olumlu yönleri; işi tam olarak öğrenememe, güven duygusunun ortadan kalkması gibi uzun vadeli olumsuz yönleri üzerinde durulmuştur.

“Karakter Aşınması” , yirminci yüzyılda, kapitalizm anlayışının gelişmesi sonucunda iş sürecindeki değişimlerini ve çalışanların kişilik değişimlerini etkin bir biçimde, veriler ve somut olaylarla açıklamada başarılı olduğu kanısındayım. Ancak örnek olayların yetersiz olduğunu ve bu durumun, ortaya konan verilerle desteklendiğini düşünmekteyim. Örnek olayların bilindik olması anlatımı daha akıcı bir hale getirmiştir.

ÖZET OLARAK
Richard Sennett, kitaba bir ailenin yaşantısını ve sonraki nesile geçişte nasıl bir değişime uğradığını anlatmıştır. Bu aileni kahramanları Baba Enrico ve Oğul Rico’dur. Enrico aynı zamanda yazarın yakın arkadaşıdır. Enrico, Amerika’da ailesi ile bir banliyöde kıt kanaat yaşayan; düşük gelir düzeyinde, ırk ayırımı yapan, vasıfsız ve rutin işlerde çalışan bir insandır. Her ne kadar vasıfsız bir işçi de olsa kazandığı paraya şükreder ve oğlu Rico’nun başarılı, üst sınıftan bir insan olabilmesi için çaba sarfeder. Rico ise küçükken başarılı bir sporcudur. Babası ondan çok şey beklemektedir.
Yazar, yıllar sonra uçak seyahatinde Rico’yu görür, tanır ve uçakta onun yanına oturur. Yazar Rico’nun hangi şartlarda yetiştiğini bilmektedir ve onun bugün nerelere geldiğini merak etmektedir. Yazar, Rico ile yaptığı sohbette onun iyi bir üniversite eğitiminden sonra iy bir iş sahibi olduğunu, hatta gelir düzeyi olarak çok iyi yerlerde çalıştığını öğrenir. Ayrıca Rico evlenmiştir ve çocuk sahibi olmuştur. Rico, çalıştığı işler itibarıyla ailesine vakit ayıramamakta, yaptığı işlerin niteliği açısından sürekli gezmektedir. Bu sürekli gezmeler sonucunda yaptığı işle ilgili adaptasyon sorunu yaşadığını öğrenmekteyiz. Ücretinin iyi olmasına karşın yaptığı işlerin kısa “projeler” olmasından ötürü, çalıştığı işte hiçbir garantisi yok, ayrıca ortaya çıkan yenilikler ve yaşlanması sonucunda işsizliğe mahkum olacağının farkındadır. Rico’nun çalıştığı ortamın özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
• Yapılan işte uzun vade diye bir şey yok
• Kurumsal iletişim network sistemiyle sağlanmaktadır
• Şirket ve çalışan arasında zayıf bağlar vardır
• Çalışanların sabit bir görevi yoktur
• Yapılan işler kısa süreli, risk üstlenilmesi gereken işlerdir
• Takım çalışmasına yatkın işlerdir.
Görüldüğü üzere Rico’nun çalıştığı işlerde uzun vade kavramının, sabit bir görevin olmaması, iletişim hiyerarşisinin olmaması (network sisteminin varlığı) bazı olumlu ve olumsuz sonuçları beraberinde getirmiştir. İşlerin kısa süreli olması şirket verimliliğinin artmasına ancak çalışanın işe bağlılığının azalmasına yol açmaktadır. Aynı zamanda network sistemi ise hiyerarşi sistemine göre daha esnek ve iletişimde daha etkin bir yöntemdir. Ancak network sisteminde bireyler birbirini göremediği için bireyler arasında sürekli bir güven söz konusu değildir. Zaten güven de oluşması itibari ile uzun dönemde gerçekleşir ve cemaatçilik hareketinin bir olgusudur. Network sistemi parçalı bir yapıya sahiptir; bu özellik sisteme kolayca müdahale edilmesini sağlar. Network sistemi kullanılarak iş sürecinde yapılan her şeyi görebiliriz ve yapılan işi analiz edebiliriz.
Çalışanların sabit bir görevinin olmaması esnek işgücünün oluşturulmaya başlandığını göstermektedir. Bir anlamda rutinden kaçıştır bu. Çünkü bir insan aynı iş üzerinde sürekli olarak çalışırsa, kendi çabası üzerindeki kontrolü bir süre sonra yitirmektedir. Çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitirilmesi “insanın zihnen öldüğü” anlamına gelir. Burada esneklik kavramından anlayacağımız şey “rutinin esnekleştirilmesidir”. Rutini, Willow Run tesislerinde yapılan bir inceleme ile açıklayabiliriz: Burada araba yapıma için gerekli olan tüm materyaller aynı çatı altında toplanmış ve burada yapılan iş “son derece disiplinli bir analist ve yönetici bürokrasisi tarafından” yönetiliyordu. Bu fabrika 3 temel kurala göre işliyordu:
• Büyüklük mantığı: üretimi tek çatı altında yapılması maliyeti azaltır ve üretim süresini kısaltır.
• Hiyerarşi mantığı: Üretim hattında çalışanlar ile beyaz yakalılar arasında ciddi bir hiyerarşi vardır.
• Metrik zaman mantığı: Burada ise çalışanların çalışma süreleri dakika dakika saptanmakta, bugünden emekli olacağı günün bile belirlenmesidir. Maaşlar çalışma saatlerine göre incelikle ayarlanmaktadır.
Bu fabrikada herkes kendi işinde uzmanlaşmıştır ve her gün aynı işi yapmaktadır. Bu da zaman içerisinde rutine doğru gitmektedir. Rutinin insanın karakterini pasifize ettiğini söylemiştik. Ancak “rutin” insan doğası bakımından kaçınılmaz bir olgudur. Bu yüzden rutinin ortadan kaldırılması değil de rutinin esnekleştirilmesine gidilmiştir. Esneklik anlayışı aşağıdaki üç faktörü bünyesinde barındırır:
• Kurumların kökten dönüşümü: Şirketlerin maliyetlerini düşürmek için içinde bulundukları durumu gözden geçirmeleri, diğer bir ifade ile teknolojinin gelişmesi ile şirketlerin yeniden tasarlanması veya yeniden yapılanmasıdır. Yeniden tasarlanma sürecinde işten çıkarmalar meydana gelmektedir. Yeniden yapılanma ile ise az malzeme ile çok iş yapılmaktadır. Böylece yeniliklere ayak uydurularak çalışma ortamının esnekleştirilmesi, yeniliklere uyum sürecinin hızlanması sağlanmaktadır.
• Üretimde esnek uzmanlaşma: Teknolojiye kısa sürede ayak uydurmak ve bunu üretime yansıtmak.
• İktidarın merkezileşme olmaksızın yoğunlaşması: Burada merkezsizleşme ve bürokratiksizleşme savunulmaktadır. Yani çalışanlar arasında bu engellerin kaldırılması yönetimde esnekliği oluşturacağı savunulmaktadır.
Bu üç öğenin bir araya geldiğini anlayabilmemiz için şirketin “zaman organizasyonuna” bakmamız gereklidir. Günümüzde esnek-zaman adı verilen değişken zaman çizelgeleriyle bu konu üzerinde denemeler yapılıyor. Esnek zaman kavramı part-time sistemi gibidir. İşçilerin denetlenmesi bu sistemde zordur. Bu yüzden şirket, büro dışında çalışanların çalışmalarını düzenlemek için bir takım düzenlemeler getirmiştir. Bu düzenlemeler network sisteminin kendisidir. Yazar, esnekliğin bir düzensizlik yaratacağını ve çalışanları sınırlamalardan kurtaramayacağını savunmuştur. Çünkü esnek-zaman sisteminde büro dışında çalışanlar network sistemiyle denetim ve gözetim altındadırlar.
Teknolojinin iş üzerindeki etkilerini açıklamada yazar “fırın” örneğini kullanmıştır. Söz konusu fırın iki farklı zamanda incelenmiştir. Fırın ilk kurulduğu zaman işçiler Yunan’dır ve ekmeği her aşamada elleri ile üretip pişirmektedirler. Ekmeği güzel bir biçimde üretip Yunanlıların güzel ekmek yapabildiğine herkesi inandırma gibi bir çabaları vardır. Ancak aradan zaman geçtikten sonra Yunan işçiler yerine farklı ülkelerden, kültürden insanlar bu fırında çalışmaya başlamışlardır ve ekmeğin üretimini ise gelişen teknoloji sayesinde baştan sona bilgisayarlı makineler yapmaktadır. İşçinin buradaki görevi yapılacak ekmeğin niteliğini, pişme süresini, vb. bilgisayar ortamında belirlemek ve düğmeye basmaktır. Bu gelişmenin olumlu yanı: üretim ve üretimdeki çeşitlilik artmıştır. Ancak üretim hataları artmış, bir maliyet haline gelmiştir. Ayrıca makinelerin bozulduğunu varsayarsak üretim sürecini kimse bilmediği için üretim makinelerin tamir edildiği zamana kadar duracaktır. Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus ise; artık burada çalışan işçilerin buraya bağımlı olmadıklarını ve yarın buradan ayrıldıktan sonra başka bir işi yapabileceklerini bilmeleridir. Burada üretimde kısa dönem mantığını görmekteyiz.
Yazar, risk faktörünün ve iş etiği kavramının açıklanmasında ise başka bir örneğe değinmiştir: Rose’un kurmuş olduğu Trout Bar…Rose genç yaşta bir şapka imalatçısıyla evlenmiş ve kısa zaman sonra eşini kaybetmiştir. Şapka işinden elde ettiği kazanç ile Trout Bar’ı satın almıştır. Burası çok çekici bir yer değildir. Ancak kısa zamanda burasının müdavimleri artmıştı. İşler yolunda gitmekteydi. Rose bir reklam firmasının iş fırsatını değerlendirdi ve 2 yıllık sözleşme ile işe alındı. Barı satmak yerine kiralamayı tercih etti. Rose yeni çalıştığı yerde diğer çalışma arkadaşlarına göre daha yaşlıydı. 2 yıllık sözleşmesi olduğu halde her an işten çıkarılma durumu içinde çalışıyordu. Yaptığı işin sonucunda ise üstlerinden bir övgü almıyordu. Yani yaptığı işin doğru mu yanlış mı olduğunu bile bilmiyordu. Çalıştığı ortamda herkes birbirinin açığını yakalamaya çalışıyordu. Bu arada barı kiralayan kadın da barda yeni bir dekorasyon yapmış, daha yararlı yiyecekler sunmuş, buna rağmen barın eski müşterisi ve eski doluluğu kalmamıştır. Rose dayanamayıp 1 sene sonra şirketten ayrıldı ve barı geri aldı. Dekorları eski hale getirdi ve işler eski seviyeye döndü.
Rose eski deneyimlerine güvenerek işe girmişti. Ancak deneyimi çok olanın değeri düşük olur. Ayrıca Rose’un yaşı diğerlerine göre ileri olduğu için risk alma eğilimi düşüktür. Çünkü ani değişimlere hazırlıklı değildir ve geçmişten bugüne çok şey değiştiğinden ötürü geri kalmıştır. Bu da demek oluyor ki tecrübeleri de artık değişen iş ortamında işlemeyecektir. Eksik bilginin sonucu olarak Rose endişe duymaktadır ve reklam sektöründeki değişim o kadar hızlı olmaktadır ki, Rose bu değişimi yakalamak için, sıfırdan başlamak için çok yaşlıdır. Teknolojilerin kavranması sonuçta uzun bir zaman alabilir. Aksi taktirde organizasyona seyirci olarak kalır. İşletme açısından bakarsak; tecrübeli, yaşlı çalışanlar gençlere göre daha çok üstlerini eleştirir ve sorgularlar. Bu yüzden yöneticiler genç olanları tercih ederler. Hem daha düşük ücret öderler hem de sözlerini sorgusuz onlara dinletirler. Burada yöneticilerin çalışanlarla aralarındaki diyaloga değinmek istiyorum. Yöneticiler de esnek olmalıdır. Çalışanların üzerinde değil, onların yanında olmalıdır. Verimlilik artışı için organizasyonu bir antrenör gibi yönetmelidir (otoritersiz iktidar). Yani ‘her şeyi ben bilirim’ şeklinde değil, esnek bir takım çalışmasıyla, çalışanların birbirlerini denetlemesini sağlayarak, hem takım çalışmasını öğretmeli, hem de buna bağlı olarak hataları azaltmalıdır. Aksi takdirde yönetici ‘ben’ merkezli davranırsa riski tek başına üstlenir ve bir süre sonra da işten ayrılmaya mahkumdur.
Sonuç olarak iş çevresinin, teknolojik gelişmelere kolay ayak uydurması (esnek üretim), hiyerarşi ve bürokrasinin en aza indirilmesi (esnek yönetim), çalışma zamanlarının da gelişmelere ve değişmelere paralel olarak düzenlenmesi (esnek-zaman), takım çalışmasının öğrenilmesi ve uygulanması, riskleri minimize etmesi; doğru saptaması, dağıtması ve onlarla başa çıkması ile gelişen kapitalizme ayak uyduracağı ve gelişen piyasada başarılı olması mümkündür. Aksi taktirde başarısız olması kitabın yedinci bölümündeki IBM örneğinde olduğu gibi başarısızlığa mahkum olur. Çalışanlar açısından bakıldığında ise güvensizlik duygusu, duygu sürüklenmesi, karakter bozulması kaçınılmazdır.