20 Temmuz 2010 Salı

Masum mu? Hayır: Çaresiz!

MASUM VATANDAŞ ÜZERİNE: SUÇSUZ MU ÇARESİZ Mİ
M. Sinan Alptimur

Hafta geçmiyor ki; haber bültenlerinde bir saldırı, bir çatışma, bir gasp, adam öldürme üzerine konuşulmasın…

Şaibeli bir terör örgütü var: terörden yola çıkıp, binbir emekle kurulan devletimizin önce insanlarına sonra mallarına sonra yaşam alanlarına göz dikmiş, nedense gelir kaynağı tükenmeyen bir örgüt var evet. Bu örgüt ki; kendini kabul etmeyen vatandaşlarımızın arkasına saklanmaya çalışmakta olan bir örgüttür. Şanlı Türk Askerimiz ve Polisimiz bu örgütle Şerefiyle mücadele etmektedir. Kim için: sınır bütünlüğü içerisinde yaşayan, fikri ve mücadeleleri ile kendi şahsının yanı sıra tüm insanlığı düşünen çilekeş, yaratıcı, yardımsever, misafirperver, kahraman Türk milletinin her bir ferdinin düzenli ve rahatça ve özgürce yaşaması ve mücadele vermesi için mücadele etmektedir. Bütün onursuzlularla insanların canına, malına, namusuna, özgürlüğüne müdahaleye yönelik verilen bu özverili mücadele tüm milletin, gerektiğinde insanlığın mücadelesidir. Pazarlığı yapılamaz.

Son zamanlarda terör örgütlerinin saldırıları arttı. Artık şehir merkezlerinde bombalı kanlı eylemler düzenleyeceklermiş. Yol kesip propaganda yapmaya, insan sorgulamaya da başlamışlar. Haberlerde sıkça duyarız: “terör örgütü yine masum vatandaşları hedef aldı”, “terör bir masum vatandaşı daha vurdu”, “masum vatandaşlar tehlike altında”.. kim bu masum vatandaşlar: yukarıda bahsettiğimiz yüce Türk milleti. Peki onlar masumsa kim suçlu, terör suçlulara saldıran bir olgu mudur? Askerimiz mi suçlu Polisimiz mi? Kesinlikle hayır! Medyadaki “masum halk” söylemi terörü olumlu kılmayan söylemlerde olsa, kanımca, Milleti Asker, Polis, Halk olarak ayırmaya, hedefi silahlı çatışma alanlarına çekip orada hapsetmeye çalışan bir söylemdir. Ancak Milleti hedef tahtasından indirmeye yönelik bir söylem de olsa, 30 yıldır sürekli gelişen ve iç meselelerimizde politik, dış meselelerimizde stratejik pazarlık konusu olan bir örgütün bitirilememesi şanlı Askerimizin ve Polisimizin değerini bilinçaltı kullanılarak halk gözünde düşürmeye çalışmaktır. Bu yüzden “masum vatandaş” özel seçilmiş bir tamlamadır.

Hukukun ve barışın olduğu bir ülkede insan öldürmek meşru müdafaa dışında ceza gerektiren bir suçtur. Koşulları kanun maddeleri ile sabittir. Vatandaş masumsa, işte bundan dolayı masumdur. Ancak terörün, korkutma ve yıldırma amacı ile kullanmaya çalıştığı ara hedefidir. Bölünmenin kaynağı ise masum vatandaşların beyinlerinde taşıdıkları fikirlerdir, birbirlerine olan güvendir. Bu güven ve yapıcı fikirler, birlik ve beraberlik amacı tek yumruk amacı yönünde kaybedilmemelidir, hergün yenisi kazanılmalıdır. Her zorluğa karşı dilenilmelidir. “ masum vatandaş” olgusu ise halkı, teröre karşı etkinsizleştirmekten başka bir şey değildir. Korkmadan, fazla da cesaretlenmeden, akıl yolu ile terör de dahil akılsızlıklarla mücadele etmesini bilen ve başarılara alışkın olan bir millettir Türk Milleti. Konu vatan, can, mal, namussa, teröre karşı biz, sandığınız gibi masum bir Millet değiliz, olamayız. Ülkemiz Türk ülkesi, toprağı, Atatürkçü evrensel yönetim fikirleri, askeri, polisi, işçisi, amiri, memuru, çiftçisi ile bir bütündür, Dini ne olursa olsun yüce imanı ile Türk Milleti bağımsızdır, bağlarına zarar vermek isteyenlere karşı suskun değildir. Masumiyet bir suskunluk olmamalıdır. Yüksek ses çıkarmak birilerini göreve çağırmak değildir. Bir saldırı, Milletin bütününe yapılan bir saldırıdır. Terör sanki hep suçluları hedef aldı da şimdi de masum vatandaşları hedef aldı. Türk Milleti olarak böyle bir tablo çizmemiz, sözümona "Masum" olmamız beklenmemelidir. Silahlı ve kanun-düzen tanımaz bir terörün karşısında, barış dolu, silahsız, yaratıcı, çilekeş olan çaresiz eli kolu kanunlarla bağlanmış (çünkü düzen budur) şanlı bir millet var. Terörün hedefi dışında duran "masum bir hedef" değil!

21 Ekim 2008 Salı

Bankacılık Sistemine Bakış

ELEŞTİRİ: MÜŞTERİ ODAKLI BANKACILIĞIN MÜŞTERİ ODAKLI ANALİZİ
Mustafa Sinan Alptimur


“Sorunların saptanmasını, harekete geçilmesini bekleyene kadar, çok şirket yüksek miktarda rantı kendine transfer eder. Sorunların çözümü ise ayrıcalık olarak sunulur; müşterisini baştan etkiler, yeni bir rant başlar… krizlerdeki fırsatlar budur!”


Bankacılık, öyle müthiş bir sistemdir ki para arz eden ve talep eden miyarlarca kişiyi aynı havuzda toplamaktadır. Bu sistem öylesine harikadır ki; düşük faizlerle para arz edip, yüksek faizlerle, ciddi komisyonlarla para talep etmeye razı olduğumuz bir sistemdir. Bu rıza zorunluluktan mı yoksa gerçekten karşılığının alınacağı bilindiğinden mi kaynaklanmaktadır? Yoksa sosyal sorumluluğa katkı yapmak için mi?
2000 yıldır uygulanan bankacılık sistemi insanların “kazanma” güdüleri üzerine kurulmuştur. Kimileri bankaları güvenli olduğu için bir saklama alanı olarak görmüş, kimileri daha yüksek faiz elde edebilmek için bir geçim aracı, kimileri güvenilir ticaret yapabilmenin bir aracı olarak görmüştür. sonuçta hepsinde kazanma arzusu yatmaktadır. Peki kim kazanıyor: aracılar mı, kişiler mi? Şüphesiz her ikisi de… ancak bir nüans farkı vardır ki, sistemin can alıcılığı burada yaşanıyor. Şimdi bu nüansı çeşitli argümanları açıklayarak sunmaya çalışacağız. Asıl cevaplandırmaya çalışacağımız soru en çok kim kazanıyor, nasıl kazanıyor…
Bankaların faaliyetleri kanunlarla sınırlı olduğu gibi müşterileri de kanunlarla korunmaktadır. Bankalar, bu kısıt altında karını maksimize edebilmek için çeşitli araçlar kullanmaktadırlar ve bunlara bankacılık ürünleri denmektedirler. Örneğin krediler, mevduatlar, kredili mevduatlar; ödeme araçlarından çek, kredi kartı, akreditif… aslında hepsi kişileri koruyan, riski azaltan, ekonomiyi hareketlendiren; oldukça faydalı araçlardır; en azından daha iyisi bulunana kadar. Ancak faydaları, olması gerekenin çok altındadır. Hepsinin bir bedeli var mıdır: vardır…

MALİYET YÖNÜNDEN:
Banka karı nereden kaynaklanır:
Banka Karı = [kredi faizleri(nakdi-gayrinakdi)+komisyonlar+sigorta bedelleri+yatırım+iştirak gelirleri] – [mevduat+borçlanma faizleri+sabit giderler(saklama, işlem, kira,ücret, elektrik, su, internet…)+girişimci bankanın riski]
Kuşkusuz en büyük gider kalemi sabit giderlerdir. Yani komisyon, faiz, ücret, kira, teknoloji, reklam, telif vs. bu maliyetleri nasıl telafi etmeli ki sistem kar etsin? Kar etsin ki; daha çok kaynakla, daha çok kişi ucuza kredi kullanarak iş yapsın, ihtiyacını karşılasın?

a.Risk Unsuru(likidite, kur, vade, kredi)
Bankacılıkta parayla ölçülemeyen tek maliyet, fiyatlamayı belirleyen bir etmen olan risk unsurudur. Bu risk, bankanın faiz geliriyle doğru orantılıdır. Risk unsuru kanunlarla ve sigorta fonu ile minimize hale getirilmektedir; yani müşterilere de yansıtılmaktadır. Gerçi riskler “sigorta fonu” yolu ile bir anlamda hayati şartlar anlamında garanti altına alınıyor. Örneğin; kredi kullanan müşterilere zorunlu sigortalar yaptırarak hem bir fon havuzu oluşturmaktalar; bunu piyasalarda değerlendirerek hem gelir elde etmekteler; hem de, müşteri ölmediği takdirde, karşılıksız bir gelir elde etmektedirler. Müthiş bir gelir bu aslında. Kredi kullananların hepsin aynı anda ölmediği düşünülürse bu şirketler ciddi kazançlar elde ederler; ediyorlar da… Sadece belirli koşullar altında vaat ettikleri hizmetleri sunarlar. Aslında sunacakları hizmetleri vaat ederler!! Yani riski fiyatlandırırlar.
Kullanılan kredilerden masraflar kesilmekte, kullandırılan çeklerden sayfa başı masraf alınmakta, poslardan çeşitli şartlar altında komisyonlar kesilmekte, para transferlerinden, döviz alım satımlarından ciddi kazançlar sağlanmaktadır. Bir de kredi kartlarından kesilen üyelik masrafları ve hesaplardan alınan hesap işletim ücreti ile kredi içeren mevduat hesaplarının kullanım ve limit aşımı faiz gelirleri var! Oyunun kuralı en baştan kabul ediliyor aslında. Bir anlamda alan da veren de memnun. Bankalar, piyasayı hareketlendirmek için, rekabeti arttırabilmek için bu komisyonların, masrafların teşvik edici ve kullananların daha etkin çalışmasında bir güdülenme aracı olabileceğini düşünmesi muhtemel olsa da, müşteriler için günü kurtarmak için katlanılan masraflardan öteye gitmiyor. Yani gönlü ve eli açık Türk insanının “3-5 kuruş gitsin; önemli değil. İşim görülsün de…” mantığıyla milyon liralarca karlar açıklanıyor. Rant belli bir yerde kalıyor, müşteriler de günlerini kurtararak, bankaların işlerini gördüğünü düşünüyor. Sonuçta nakit paraya ihtiyaç duyduklarından Ahmet’e Mehmet’e değil, bankalara muhtaçlar…
Ölüm ve sürekli sakatlık halleri varsayımları ile kullanılan kredilerden, poslardan … sigortalar kesildiğini söyledik. Müşterilerinin her türlü bilgisine sahip olan bankalar, geri dönmeyen paranın riskini de kanunlara yüklüyor aslında. Sadece cari dönemde belli bir zarar eden bankalar, açılan davaların sonuçlanması ile hacizler sonucunda satılan mal ve mülklerin sahibi konumuna geçiyor. Yani risk unsuru da sigorta ve kanunlarla minimize hale geliyor. Kredi kullanan tek tek bireylerin bütçe krizi döneminde haciz kapılarını bir anda çalabilmektedir(haciz ve haciz öncesi masraflarıyla). Buna karşılık bankacılık krizlerinde ise bankaların kapıları yıllarca açılamamakta, hacizler işe yaramadığı gibi kanunlar da yetmemektedir. İnsanlar kurtarabildiği paralara razı olmaktadırlar. Yine kazançlı olanlar bankalardır.
Yıllık ortalama %16’dan mevduat toplayan bankalar, bunları yıllık %17,88faiz + komisyonla kredi vermektedir. Hadi komisyonu kırtasiye ve birim başına düşen ücret, kira ve diğer sabit ücretlere sayarsak geriye kalan %1,88 nerede? Burada tartışmaya çalıştığım şey, 1,88’in nereye gittiği değil; bu farkın neden oluştuğudur… Her şeyi piyasa mı çözüyor yoksa birilerinin hesabına… Yoksa paranın meşru olarak da gittiği yer çok olur! Ne de olsa fiyat = maliyet + müşterinin gözden çıkardığı bedel + kardır. Daha yıllık %16’dan mevduat toplayıp, yıllık faiz oranı %40’lardan başlayan kredi kartı faizlerini söylemek bile istemiyorum.

b.En az Maliyetle Kazandır:
Kaynağın kullanımını ana hatlarıyla da olsa anlattık. Şimdi bu kaynağı bankaların nasıl sağladığına değineceğiz… Banka kaynakları mevduatlar, borçlanma ve öz kaynaklardır. Burada mevduat ve borçlanmadan söz edeceğiz. Bankaların da diğer her ticari işletme gibi amacı kaynağı düşük maliyetle elde edebilmektedir. Hatta insanlarla görüşerek, konuşarak ve psikolojik insani her türlü imkânları da kullanarak kendine ucuz fon sağlamaya çalışırlar. Bu fonlar tek başına birey bazında güçlü değildir. Bu yüzden de müşterilere vadesiz mevduattan, yüksek faizli vadeli mevduata kadar olan tüm fiyatları önerirler. Hatta vadeli mevduatın banka üzerindeki yükünü bir nebze azaltabilmek için maliyeti neredeyse sıfır olan çeşitli türev araçları devreye sokmaktadırlar. Otomatik fatura tahsilâtları, vergi ödemeleri, diğer her türlü ödemelerin hesap yolu ile yapılması; kredi kartları, kredili mevduat hesapları bunların belli başlılarıdır ve belli bir vadesiz mevduatı hesapta bulundurmak için en ideal araçlardır. Bu vadesiz mevduatlar birer damla gibi tek başına güçsüzdürler ve gözden çıkarılmış miktarlardır müşteriler için. Ancak bankalar için bir araya geldiklerinde bir sürahi su gibi bankanın içini serinletecek bir kaynak oluşturmaktadır. Bundan ciddi paralar kazanılmaktadır. Her türlü gecikme faizi, hesap işletim ücreti, yıllık üyelik aidatı vs. acımasızca alınmaktadır. Örneğin hakkında hiçbir şey bilmeyen birinin elinde bulunan bir kredi kartı, banka için sevilen bir ürün olmaktadır ve böylece pazar avantajından yararlanmaktadır.
Bankalar neden maaş ödemeleri almak için çılgınlar gibi taklalar atarlar dersiniz? Çünkü çok ciddi miktarda bir fon, düşük maaşlarla ve esnek zamanlarla çalışan personelin sunduğu düşük maliyetli hizmet ile sermaye, para, döviz, kredi ve diğer türev piyasalarında ciddi kazançlar elde edeceklerdir. Üstelik bu maaş sahiplerini geleceğe yönelik tasarruflar yapmaya ikna edecekler ve sözde şirketlerin 3 yıl önünü göremediği bir ülkede bireylerin 10-15 yıllık yatırım yapmalarını sağlayarak gönüllü yatırılan bir fon elde edeceklerdir. Maliyeti mi? yüksek değil… zaten yarısından çoğu 2-5 yıl arası masraflarda kurtarabildiği parasını alıp çıkar sistemden…

BASİT BİR BİLANÇO ANALİZİ:
Bankalar borçlanma ve topladığı mevduat yolu ile kredi kaynağı oluştururlar. Bu kaynağı ihtiyacı olanlara verirler; tabi kazanç elde ederler. Bankaların gelir tablolarını incelediğimizde verilen faiz, ücret ve komisyonlar alınan faiz, ücret ve komisyonların yarısı oranındadır. Geriye kalan karın ise çoğunun personele dağıtıldığı söylenmekte ancak çalışan sayısına ve aldıkları maaşlara göre karı kıyasladığımızda yine çok yüksek miktarda olduğunu görmekteyiz. Bu kar gerek banka içinde gerekse banka dışında bir zümre oluşturmaya yetecek kadardır.
Bilançoya baktığımızda da toplam kredilerle toplam mevduat neredeyse birbirine eşittir. Toplanan mevduatların tamamının sadece kredi olarak verildiğini varsayarsak; kredilerden elde edilen gelirin yarısının net kar olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır. Bu banka karı ekonomiyi harekete geçiriyor mu faiz oranlarını düşürerek? Tabiî ki hayır! Her 10 yılda 1 kere gerçekleşen bankacılık krizlerini saymazsak bu kar daha çok dışsallıklar için verimsizce kullanılıyor. Konserler, gösteriler, VERİMSİZ sosyal programlar… bunları sizlerden kim talep ediyor? Sosyal sorumluluk mu, etik mi?
Gelir kalemleri yönünden ise bir hayli zengindir bankalar. Gerek ölçek etkisi olsun gerek spekülasyon gücü olsun kredi ve döviz piyasasının haricinde, para ve sermaye piyasalarından da iyi para kazanmaktadırlar. Giderleri ise belli bir sabit gider, faiz ve komisyon gideridir. Hadi ciddi teknolojik yatırımı var desek bilançoda nerede bu yatırımlar? Bunları da dışarıdan telifle satın almaktadırlar.

LİKİDİTE YÖNÜNDEN:
Müşterilerin yatırım için sakladığı varlıklar bankacılık sisteminin içinde tek tek birer damladır; bir araya geldiğinde ise üstünde gemi yüzdürecek kadar derin ve bir o kadar büyük bir su kütlesi haline gelir. Bu su kütlesi ekonomi döndükçe dalgalar yaratır, birilerini içine alır götürür ancak gemiler hep üstte kalır. Sistemin sihir ise şudur: hiçbir müşteriye tek başına olduğu unutturulmaz; çünkü banka öyle bir organizasyondur ki; birbirlerini tanımayan insanların paralarını, varlıklarını tek başına bir havuzda toplayarak piyasada likidite gücü elde ederler. Bu güç piyasayı yönlendirebilir, ilişkileri yönetebilir.

PERSONELİN GÖREVİ:
İlk olarak parantez içinde şunu söylemeliyim ki; (Türkiye’de bankaların personel bulma sıkıntısı diye bir sorunu yoktur). Personelin en temel görevi müşterilerdeki parayı bankada en az maliyetle tutmaktır. Yani verecekleri faiz son çaredir. Daha çok, az riskli yatırım fonları ve düşük getirili fon benzeri varlıklarda tutmayı hedeflerler. Küçük yatırımcılarda ise daha çok düşük faizli vadeli hesap açmaya çalışırlar ve bundan da ciddi bir kredi kaynağı sağlarlar. Bu yüzden banka personelinin hedefleri bu doğrultudadır ve bu hedeflerden prim alırlar ki; net maaşa kalırlarsa aç kalırlar. Bu yüzden hedefleri tutturabilmek için çok çaba sarf ederler; üst birimlerden çok ciddi baskılar görürler. Bunun personel için anlamı aylık maaşa artı gelir olarak 100-200 ytl’dir; bunu da 6 ayda 1 kere alırlar. Banka için anlamı ise kredi verilebilir kaynak ve oluşan bir havuzdan sağlanabilecek potansiyel bir gelir akımıdır…
Bankalar alt seviyelerde işe alımlarda piyasadaki genç “işsiz ordusunu” kullanırlar. Banka içi terfi, işten ayrılma, atılma, yeni şubeler açma neticesinde düşük ücretle bile çalışmaya razı olan işsiz gençlere kucak açarlar. 5-6 ay içerisinde yaptıklarının doğru olmadığını görenler işten ayrılabilmekte, diğerleri 1 yılını doldurmayı beklemekte ve kabul edenler ise banka içinde düşük ücret marjlarıyla yıllar içinde yükselmeyi kabul etmektedirler. Parayı bankada tutamayanların ise bankacılık kültürüne uygun olmadıkları için, 3 ay içerisinde ansızın işlerine son verilir. Ancak batık kredilerin hesabını kimseden alamazlar. Maaşlardan aslan payını alanlar ise müdürler ve koordinatörler olur.(sakın onların bilgi birikimlerini savunmayınız). Sonra da “kaliteli çalışanımızla, sürekli katma değer yaratarak, ekonomiye, çevreye, topluma ve müşterilerimize değer katarak, en kaliteli hizmeti vermekteyiz” gibi misyonlarla sürekli ekranlarımızda olurlar. Tamam kaliteli hizmet doğru; verdikleri değer ise asgari bir değerdir. Bugün personel evleneyim dese evini geçindiremez. Bu yüzden de sürekli aileyi ertelemektedirler; ne için? Kendilerine kariyer için, bankalara kar için!!! Kar’ı düşünen hangi personel acaba; %1. Gerisi karnını doyurmayı düşünüyor… açıklanan milyon YTL karlar nerede, ekonomiye katma değer mi sağlıyor?
Ayrıca personel 1 yıldan önce ayrılırsa tüm masrafları ödemeyi kabul edeceğine dair bir sözleşme imzalamakta ve banka 1 yıllık riski de personelin sırtına yükleyerek, personeli psikolojik olarak da en az 1 yıl bankaya bağlamaktadır.

FİYATLANDIRMA YÖNÜNDEN:
Maliyetler, risk unsuru, vade yapısı, rakip bankalar, ürünün yapısı ve işlem hacmi en tabii fiyatlandırmayı etkileyen ve belirleyen faktörlerdir. Bunun yanında bir de üşteri fiyatlaması vardır… fiyatlandırma, bir müşteri portföyündeki tüm ürünleri dikkate alarak, müşterilerin razı olduğu!! Maksimum bedeli elde etmek suretiyle oluşan fiyattır. Bir anlamda gönüllülük usulüne dayanır. O zaman maliyet + kar = fiyat klasik önermesinde kar kısmını müşterinin razı olduğu miktara kadar arttırılmasına müsaade vardır. Ekonomi bu noktada harekete geçirilmelidir veya durdurulmalıdır ki; bankalar karları bu noktada açıklayabilmektedirler. Müşterinin fiyat hassasiyeti bu noktada test edilmekte ve kanun yolu açık tutulmaktadır. Ayrıca bir analiz yapsak, KOBİlere sözüm ona kredi veren bankaların açıkladıkları karların ekonomileri yavaşlattığını savunabiliriz. Veya alternatif hipotez olarak; diğer koşullar sabitken, banka karlarının düşüşünün, ekonomiye hız verebileceğini savunabiliriz. Tabi bunu yaparken kar marjı yüksek olan bankaların geleneksel görevlerinden sıyrılmadıklarını da varsaymalıyız. Çünkü, unutmayalım ki; bankalar Türk Ticaret Kanunu ve Bankalar Kanunu’na bağlı bir Anonim Şirkettir ve kar amacı güderler.
Şimdi birkaç sektörün kar oranlarını basitçe görelim:



ÖZKAYNAK.....................2005....2006.....2007
KARLILIĞI.BANKA...............16......19......21,3
..........SİGORTA ŞİRKETLERİ..7,12....4,62....18,87
..........İMALAT..............7.......11,2....13,2
..........TÜM FİRMALAR........7,5.....11,4....10,9
Kaynak: TCMB, Hazine Müsteşarlığı

Karlılıkla ilgili diğer verilere bir sonraki çalışmada yer vereceğim. Emin olunuz ki; diğer karlılık oranları da imalat ve hizmet sektörlerine göre çok daha iyi ve temiz(net) durumdadır. Şimdi bu kar oranlarına bakarak bankacılık işine mi girelim, yoksa imalat mı yapalım: ikisinde de standartlar var, İkisinde de güven unsuru var. İki sektör de birbirinin girdisi. Hangi işe gireceğimiz önemsiz. Önemli olan vergilerin ekonomiyi yavaşlatan bir unsur olarak görenlerin, banka faiz ve komisyonların esas anlamda ekonomiyi yavaşlattığını, ciddi bir gelir transferi olduğunu görmezden gelmesidir.

SONUÇ YERİNE: BANKALAR NASIL KURULUYOR?
Bankacılık Kanunu, güven esasına dayanan bankaların kurulma şartlarını kurul izniyle ve anonim ortaklık biçiminde kurulma olmak üzere iki biçimde açıklamaktadır. Banka kurmayı da; sermaye sınırı ve yeterliliği, bilgi ve beceri sahibi olma, banka yönetimini oluşturabilme, güvenilir olma gibi koşullara bağlamıştır. Bunların hepsi, bankacılık sisteminin bir fiyasko olmasının istenmemesinden kaynaklanmaktadır en tabii… Faaliyetlerini fiyasko haline getirmeden belli kanunlar ve haksız kullanımı önlemek için birtakım faaliyet yükümlülüklerle ile sınırları çizilmiştir. Hatta zaman zaman siyaset ve bankalar arasında güzel ilişkiler kurulmuştur.8 yıl önce müşterilerinden daha kötü durumdaki bankaların tasfiyesine hala devam edilmektedir.
Güvenilir, iş bilen, sermaye sahibi insanlar bankacılık sektöründe iş yaparken, diğer iş bilen, sermayedarlar da bankalarla birlik olarak, kredi ve kredi kartı borçlarını geri ödeyemeyen kişilere gayrimenkul-taşınır ipotek-rehini karşılığında illegal borçlar vermeyi önermekte; kabul edildiği takdirde de malından mülkünden olmaktadırlar.(bankaların da aracı olduğu tefecilik). Böylece banka şubeleri, kredilerin ve piyasaya verilen fonların geri dönmesiyle karlılığını arttırmakta, illegal kreditörler ciddi bir kayıt dışı gelir elde etmektedirler. Böylece zararı gören yine baştan tüm şartları kabul eden müşteriler görmektedir. Tefeciler borcu bankaya ödeyerek müşteriyi mahkeme ve icra masraflarından kurtararak, faiz + daha düşük bir maliyetle kendilerine borçlandırmaktadırlar. Tabi ki müşteriler de bu kredileri tüketim için kullanırsa batmaları içten değil; ancak insanların sadece gelir durumlarına bakarak ve harcanabilir gelir ve tasarruf düzeyine bakmadan fon kullandıran zalim sistemin hiç mi suçu yok?
Yukarıda da gördüğümüz gibi bankacılıkta güzel karlar var. Bırakın serbest piyasa ekonomisi burada da çalışsın; gelin, bankacılıkta merkeziyetçiliği bırakın da girişimciliği ön plana koyalım. İşine gelen dürüst tüccar küçük ölçekte bankacı olsun, parasını serbest rekabetle piyasasında pazarlasın; kendi mevduatını kendi toplasın, kredi kaynağını ve organizasyonunu kendi oluştursun. Ulusal-uluslar arası değil; yerel olsun. Yine kural ve kanunlar çerçevesinde tabiî ki; tabii ki boş birer laf bunlar… güzel karlar varsa, BİT organizasyonu tamamsa, emek arzı azalmıyorsa kim istemez ki bu sektöre girmesin? Devlet belki teşvik, vergi politikalarını bırakıp, başa baş maliyetli etkin bir bankacılık girişimi yapsa -çılgınlık olur- ekonomiyi, kaynak kullanımını, gelir dağılımını çok daha etkinleştirecektir. Eleştirdiğim husus bankacılıkta adem-i merkeziyetçilik değil; ekonomiden bankalara aktarılan fon transferinin büyüklüğüdür.(tasarruf miktarının neredeyse %5’i )(1) . Aslında devletin dışlama etkisini savunanlar herkesin göremediği rantları görebilen ve bunlardan maksimum düzeyde yararlanan girişimcilerdir, yüksek sermaye sahipleridir.
Öneri: bankalar, kar etmeyen birer kuruluş olarak çalışmalıdırlar. Tüm giderler sağlansın, maaşlar istendiği kadar ödensin; ancak sene sonu bilançolarında çalışan başına düşen net karı yaklaşık 48.000ytl (2) olan karlar açıklanmadan misyonunu gerçekleştirsin. İşte o zaman enflasyon artmaz, işsizlik azalır, ekonomi düşük maliyetle harekete geçer, ihracatta rekabet avantajı sağlanır. Tüketim için kredi sınırlandırılmalıdır. Üretime dönük projelere verilen krediler dikkatle izlenmelidir. Krediler, doğrudan müşteriye verilmemeli; bankalar, müşterinin kredi ile yapmak istediği işler doğrultusunda firmalarla yapılacak anlaşmaya taraf olması ve kredi kullanan müşterinin iş yapacağı firmalara yaptırım getirmesi daha verimli olacak, hiç olmazsa bankalar da aldıkları komisyonu hak edeceklerdir. Bu konuyu da bir başka yazımızda analiz edeceğiz…

(1) Tasarruf = mevduat(vadeli+vadesiz) toplamı. Vadesiz mevduatlar; işlem amaçlı saklanan paraları temsil eden potansiyel tasarruflardır. %5 oranı bankacılık sistemi net karının toplam mevduata oranı ile elde edilmiştir.
(2) http://www.tbb.org.tr/turkce/bulten/3%20aylik/bankabilgileri/200806/haziran2008.pdf ilgili belgeden bankacılık sektörünün 2008 yılı net karının sektördeki toplam çalışan sayısına bölünerek bulunmuştur. 47.979,86 YTL.

11 Ekim 2008 Cumartesi

Kitap Özeti - Karakter Aşınması -

KARAKTER AŞINMASI (ÖZET)
Mustafa Sinan Alptimur



GİRİŞ
“Karakter Aşınması” kitabı Richard Sennett’in yeni kapitalizmde işin kişilik, yaşayış üzerindeki etkilerini belgelerle, örnek olaylarla irdeleyen bir çalışmadır. Kitabın ana başlıklarına baktığımızda hiç de yabancı olmadığımız “kapitalizm” olguları ile karşılaşmaktayız. Yazar, bu başlıklar altında eski kapitalizmden yeni (çağdaş) kapitalizme geçişi; bu geçiş sürecinde yapılan işin işleyişindeki değişim ve iş hiyerarşisinde çalışan bireylerin işe bakış açıları, çalışma koşulları, yaptıkları iş ve sosyal hayatlarındaki değişim somut, mesleki örneklerle açıklanmıştır. Yazar, gelişen kapitalizmin sonucunda, modelize edilmiş iş ve işçi örgütlenmelerinin, özellikle, yirminci yüzyılda küreselleşme olgusundan nasıl etkilendiğini ve bu modellerin aksayan yönlerini karşılaştırmalı bir biçimde irdelemiştir. Kapitalizm işleyişinde çalışan insanların çalışma şartlarının, teknolojinin ve iş anlayışının değiştikçe, bu değişimler karşısında nasıl çaresiz kaldığını, kısa vade olgusu karşısında, kendini yeniden yetiştirememenin çaresizliğini hissettiğini görmekteyiz. Bu teknolojik değişimler ve kısa vadede “işin” yerini alan “projelere” yönelme sonucunda, çalışan bireylere daha az ihtiyaç kalmış, ayrıca proje bittikten sonra işten çıkarılma tehdidi altında olan çalışanların kişilik değişimleri (durumu kabullenmeleri) örneklerle incelenmiştir. Ayrıca teknolojik gelişmelerin; yapılan iş üzerindeki fevkalade verim artışı, çalışan bireylerin teknolojik değişime ayak uydurmaları gibi olumlu yönleri; işi tam olarak öğrenememe, güven duygusunun ortadan kalkması gibi uzun vadeli olumsuz yönleri üzerinde durulmuştur.

“Karakter Aşınması” , yirminci yüzyılda, kapitalizm anlayışının gelişmesi sonucunda iş sürecindeki değişimlerini ve çalışanların kişilik değişimlerini etkin bir biçimde, veriler ve somut olaylarla açıklamada başarılı olduğu kanısındayım. Ancak örnek olayların yetersiz olduğunu ve bu durumun, ortaya konan verilerle desteklendiğini düşünmekteyim. Örnek olayların bilindik olması anlatımı daha akıcı bir hale getirmiştir.

ÖZET OLARAK
Richard Sennett, kitaba bir ailenin yaşantısını ve sonraki nesile geçişte nasıl bir değişime uğradığını anlatmıştır. Bu aileni kahramanları Baba Enrico ve Oğul Rico’dur. Enrico aynı zamanda yazarın yakın arkadaşıdır. Enrico, Amerika’da ailesi ile bir banliyöde kıt kanaat yaşayan; düşük gelir düzeyinde, ırk ayırımı yapan, vasıfsız ve rutin işlerde çalışan bir insandır. Her ne kadar vasıfsız bir işçi de olsa kazandığı paraya şükreder ve oğlu Rico’nun başarılı, üst sınıftan bir insan olabilmesi için çaba sarfeder. Rico ise küçükken başarılı bir sporcudur. Babası ondan çok şey beklemektedir.
Yazar, yıllar sonra uçak seyahatinde Rico’yu görür, tanır ve uçakta onun yanına oturur. Yazar Rico’nun hangi şartlarda yetiştiğini bilmektedir ve onun bugün nerelere geldiğini merak etmektedir. Yazar, Rico ile yaptığı sohbette onun iyi bir üniversite eğitiminden sonra iy bir iş sahibi olduğunu, hatta gelir düzeyi olarak çok iyi yerlerde çalıştığını öğrenir. Ayrıca Rico evlenmiştir ve çocuk sahibi olmuştur. Rico, çalıştığı işler itibarıyla ailesine vakit ayıramamakta, yaptığı işlerin niteliği açısından sürekli gezmektedir. Bu sürekli gezmeler sonucunda yaptığı işle ilgili adaptasyon sorunu yaşadığını öğrenmekteyiz. Ücretinin iyi olmasına karşın yaptığı işlerin kısa “projeler” olmasından ötürü, çalıştığı işte hiçbir garantisi yok, ayrıca ortaya çıkan yenilikler ve yaşlanması sonucunda işsizliğe mahkum olacağının farkındadır. Rico’nun çalıştığı ortamın özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
• Yapılan işte uzun vade diye bir şey yok
• Kurumsal iletişim network sistemiyle sağlanmaktadır
• Şirket ve çalışan arasında zayıf bağlar vardır
• Çalışanların sabit bir görevi yoktur
• Yapılan işler kısa süreli, risk üstlenilmesi gereken işlerdir
• Takım çalışmasına yatkın işlerdir.
Görüldüğü üzere Rico’nun çalıştığı işlerde uzun vade kavramının, sabit bir görevin olmaması, iletişim hiyerarşisinin olmaması (network sisteminin varlığı) bazı olumlu ve olumsuz sonuçları beraberinde getirmiştir. İşlerin kısa süreli olması şirket verimliliğinin artmasına ancak çalışanın işe bağlılığının azalmasına yol açmaktadır. Aynı zamanda network sistemi ise hiyerarşi sistemine göre daha esnek ve iletişimde daha etkin bir yöntemdir. Ancak network sisteminde bireyler birbirini göremediği için bireyler arasında sürekli bir güven söz konusu değildir. Zaten güven de oluşması itibari ile uzun dönemde gerçekleşir ve cemaatçilik hareketinin bir olgusudur. Network sistemi parçalı bir yapıya sahiptir; bu özellik sisteme kolayca müdahale edilmesini sağlar. Network sistemi kullanılarak iş sürecinde yapılan her şeyi görebiliriz ve yapılan işi analiz edebiliriz.
Çalışanların sabit bir görevinin olmaması esnek işgücünün oluşturulmaya başlandığını göstermektedir. Bir anlamda rutinden kaçıştır bu. Çünkü bir insan aynı iş üzerinde sürekli olarak çalışırsa, kendi çabası üzerindeki kontrolü bir süre sonra yitirmektedir. Çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitirilmesi “insanın zihnen öldüğü” anlamına gelir. Burada esneklik kavramından anlayacağımız şey “rutinin esnekleştirilmesidir”. Rutini, Willow Run tesislerinde yapılan bir inceleme ile açıklayabiliriz: Burada araba yapıma için gerekli olan tüm materyaller aynı çatı altında toplanmış ve burada yapılan iş “son derece disiplinli bir analist ve yönetici bürokrasisi tarafından” yönetiliyordu. Bu fabrika 3 temel kurala göre işliyordu:
• Büyüklük mantığı: üretimi tek çatı altında yapılması maliyeti azaltır ve üretim süresini kısaltır.
• Hiyerarşi mantığı: Üretim hattında çalışanlar ile beyaz yakalılar arasında ciddi bir hiyerarşi vardır.
• Metrik zaman mantığı: Burada ise çalışanların çalışma süreleri dakika dakika saptanmakta, bugünden emekli olacağı günün bile belirlenmesidir. Maaşlar çalışma saatlerine göre incelikle ayarlanmaktadır.
Bu fabrikada herkes kendi işinde uzmanlaşmıştır ve her gün aynı işi yapmaktadır. Bu da zaman içerisinde rutine doğru gitmektedir. Rutinin insanın karakterini pasifize ettiğini söylemiştik. Ancak “rutin” insan doğası bakımından kaçınılmaz bir olgudur. Bu yüzden rutinin ortadan kaldırılması değil de rutinin esnekleştirilmesine gidilmiştir. Esneklik anlayışı aşağıdaki üç faktörü bünyesinde barındırır:
• Kurumların kökten dönüşümü: Şirketlerin maliyetlerini düşürmek için içinde bulundukları durumu gözden geçirmeleri, diğer bir ifade ile teknolojinin gelişmesi ile şirketlerin yeniden tasarlanması veya yeniden yapılanmasıdır. Yeniden tasarlanma sürecinde işten çıkarmalar meydana gelmektedir. Yeniden yapılanma ile ise az malzeme ile çok iş yapılmaktadır. Böylece yeniliklere ayak uydurularak çalışma ortamının esnekleştirilmesi, yeniliklere uyum sürecinin hızlanması sağlanmaktadır.
• Üretimde esnek uzmanlaşma: Teknolojiye kısa sürede ayak uydurmak ve bunu üretime yansıtmak.
• İktidarın merkezileşme olmaksızın yoğunlaşması: Burada merkezsizleşme ve bürokratiksizleşme savunulmaktadır. Yani çalışanlar arasında bu engellerin kaldırılması yönetimde esnekliği oluşturacağı savunulmaktadır.
Bu üç öğenin bir araya geldiğini anlayabilmemiz için şirketin “zaman organizasyonuna” bakmamız gereklidir. Günümüzde esnek-zaman adı verilen değişken zaman çizelgeleriyle bu konu üzerinde denemeler yapılıyor. Esnek zaman kavramı part-time sistemi gibidir. İşçilerin denetlenmesi bu sistemde zordur. Bu yüzden şirket, büro dışında çalışanların çalışmalarını düzenlemek için bir takım düzenlemeler getirmiştir. Bu düzenlemeler network sisteminin kendisidir. Yazar, esnekliğin bir düzensizlik yaratacağını ve çalışanları sınırlamalardan kurtaramayacağını savunmuştur. Çünkü esnek-zaman sisteminde büro dışında çalışanlar network sistemiyle denetim ve gözetim altındadırlar.
Teknolojinin iş üzerindeki etkilerini açıklamada yazar “fırın” örneğini kullanmıştır. Söz konusu fırın iki farklı zamanda incelenmiştir. Fırın ilk kurulduğu zaman işçiler Yunan’dır ve ekmeği her aşamada elleri ile üretip pişirmektedirler. Ekmeği güzel bir biçimde üretip Yunanlıların güzel ekmek yapabildiğine herkesi inandırma gibi bir çabaları vardır. Ancak aradan zaman geçtikten sonra Yunan işçiler yerine farklı ülkelerden, kültürden insanlar bu fırında çalışmaya başlamışlardır ve ekmeğin üretimini ise gelişen teknoloji sayesinde baştan sona bilgisayarlı makineler yapmaktadır. İşçinin buradaki görevi yapılacak ekmeğin niteliğini, pişme süresini, vb. bilgisayar ortamında belirlemek ve düğmeye basmaktır. Bu gelişmenin olumlu yanı: üretim ve üretimdeki çeşitlilik artmıştır. Ancak üretim hataları artmış, bir maliyet haline gelmiştir. Ayrıca makinelerin bozulduğunu varsayarsak üretim sürecini kimse bilmediği için üretim makinelerin tamir edildiği zamana kadar duracaktır. Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus ise; artık burada çalışan işçilerin buraya bağımlı olmadıklarını ve yarın buradan ayrıldıktan sonra başka bir işi yapabileceklerini bilmeleridir. Burada üretimde kısa dönem mantığını görmekteyiz.
Yazar, risk faktörünün ve iş etiği kavramının açıklanmasında ise başka bir örneğe değinmiştir: Rose’un kurmuş olduğu Trout Bar…Rose genç yaşta bir şapka imalatçısıyla evlenmiş ve kısa zaman sonra eşini kaybetmiştir. Şapka işinden elde ettiği kazanç ile Trout Bar’ı satın almıştır. Burası çok çekici bir yer değildir. Ancak kısa zamanda burasının müdavimleri artmıştı. İşler yolunda gitmekteydi. Rose bir reklam firmasının iş fırsatını değerlendirdi ve 2 yıllık sözleşme ile işe alındı. Barı satmak yerine kiralamayı tercih etti. Rose yeni çalıştığı yerde diğer çalışma arkadaşlarına göre daha yaşlıydı. 2 yıllık sözleşmesi olduğu halde her an işten çıkarılma durumu içinde çalışıyordu. Yaptığı işin sonucunda ise üstlerinden bir övgü almıyordu. Yani yaptığı işin doğru mu yanlış mı olduğunu bile bilmiyordu. Çalıştığı ortamda herkes birbirinin açığını yakalamaya çalışıyordu. Bu arada barı kiralayan kadın da barda yeni bir dekorasyon yapmış, daha yararlı yiyecekler sunmuş, buna rağmen barın eski müşterisi ve eski doluluğu kalmamıştır. Rose dayanamayıp 1 sene sonra şirketten ayrıldı ve barı geri aldı. Dekorları eski hale getirdi ve işler eski seviyeye döndü.
Rose eski deneyimlerine güvenerek işe girmişti. Ancak deneyimi çok olanın değeri düşük olur. Ayrıca Rose’un yaşı diğerlerine göre ileri olduğu için risk alma eğilimi düşüktür. Çünkü ani değişimlere hazırlıklı değildir ve geçmişten bugüne çok şey değiştiğinden ötürü geri kalmıştır. Bu da demek oluyor ki tecrübeleri de artık değişen iş ortamında işlemeyecektir. Eksik bilginin sonucu olarak Rose endişe duymaktadır ve reklam sektöründeki değişim o kadar hızlı olmaktadır ki, Rose bu değişimi yakalamak için, sıfırdan başlamak için çok yaşlıdır. Teknolojilerin kavranması sonuçta uzun bir zaman alabilir. Aksi taktirde organizasyona seyirci olarak kalır. İşletme açısından bakarsak; tecrübeli, yaşlı çalışanlar gençlere göre daha çok üstlerini eleştirir ve sorgularlar. Bu yüzden yöneticiler genç olanları tercih ederler. Hem daha düşük ücret öderler hem de sözlerini sorgusuz onlara dinletirler. Burada yöneticilerin çalışanlarla aralarındaki diyaloga değinmek istiyorum. Yöneticiler de esnek olmalıdır. Çalışanların üzerinde değil, onların yanında olmalıdır. Verimlilik artışı için organizasyonu bir antrenör gibi yönetmelidir (otoritersiz iktidar). Yani ‘her şeyi ben bilirim’ şeklinde değil, esnek bir takım çalışmasıyla, çalışanların birbirlerini denetlemesini sağlayarak, hem takım çalışmasını öğretmeli, hem de buna bağlı olarak hataları azaltmalıdır. Aksi takdirde yönetici ‘ben’ merkezli davranırsa riski tek başına üstlenir ve bir süre sonra da işten ayrılmaya mahkumdur.
Sonuç olarak iş çevresinin, teknolojik gelişmelere kolay ayak uydurması (esnek üretim), hiyerarşi ve bürokrasinin en aza indirilmesi (esnek yönetim), çalışma zamanlarının da gelişmelere ve değişmelere paralel olarak düzenlenmesi (esnek-zaman), takım çalışmasının öğrenilmesi ve uygulanması, riskleri minimize etmesi; doğru saptaması, dağıtması ve onlarla başa çıkması ile gelişen kapitalizme ayak uyduracağı ve gelişen piyasada başarılı olması mümkündür. Aksi taktirde başarısız olması kitabın yedinci bölümündeki IBM örneğinde olduğu gibi başarısızlığa mahkum olur. Çalışanlar açısından bakıldığında ise güvensizlik duygusu, duygu sürüklenmesi, karakter bozulması kaçınılmazdır.

28 Eylül 2008 Pazar

Başkanlık Sistemi Hakkında

Ömür Emre Şahin
oemre24@gmail.com

BAŞK@NLIK SİSTEMİ

"Yedi hayır, bir evet, evetler kazandı"
Abraham Lincoln

Çözümler ihtiyaçlardan doğar; ihtiyaçlar bir sorunun varlığında belirir ve sorun çözüldüğü takdirde biter. Ancak sorunu çözmede tek, mutlak bir yol yoktur. Hangi yoldan, hangi sonuca gidildiği önemlidir. Sonucun, çözüm olabileceği gibi kördüğüm olma riski de vardır. Önce sorun saptanmalı ve iyileştirerek veya değiştirerek sorun bitirilmeye çalışılmalıdır; çözüm kat’iyen belirlenmeli ve bu çözüme giden riskli yol, ihtiyaçlar ve varılacak hedefler doğrultusunda, Türk milletinin müspet geleceği yolunda çizilmelidir. Sonra hükümetimizin ışığında halk olarak, topyekün harekete geçilmelidir; inançla ve benimseyerek çözüm yolunda ilerlenmelidir. Eğer bu çözümün yolu Başkanlık Sistemi’nden de geçiyorsa...

Başkanlık Sistemi nedir? Bu sistemi tanıtmadan önce içinde bulunduğumuz parlementer sistemin özelliklerine değineceğiz. Öncelikle temel kavramları kısaca anlatarak başlayalım.

EGEMENLİK VE DEMOKRASİ
Şüphesiz ki; egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanınkoyduğu esaslara göre yetkili organların eliyle kullanır ve egemenliğin kullanılması hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.(TC Anayasası, 6. madde, Egemenlik, son cümlesi hariç). Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimine Cumhuriyet adı verilmektedir. Egemenlik bir ülkede, Yasama, Yürütme, Yargı kuvvetleri uygulanarak kurulur. Burada Yargı kesinlikle bağımsızdır ve böyle olmalıdır. Hükümet biçimini belirleyen olgu yasama ve yürütmenin örgütlenme farkından kaynaklanır. Örneğin; Meclis Hükümeti sisteminde yasama ve yürütme kuvvetleri arasında hem kuvvet hem de görev birliği vardır. Şu anda uygulamada olan Parlementer sistemde yumuşak kuvvetler ayrılığı mevcuttur. Yani yasama ve yürütme görev bakımından ayrılar ancak birbirlerine karşı sorumludurlar. Birbirlerini çeşitli araçlarla denetler ve feshedebilirler. Başkanlık sisteminde ise sert kuvvetler ayrılığı vardır. Yani yasama ve yürütmenin hem görevleri ayrıdır hem de sorumlulukları bireysel ve bir de kendilerini seçen halkadır. Birbirlerini feshedemezler.

Cumhuriyet demokratik bir rejimdir. Demokrasi halkın, devlet organları aracılığı ile yönetimidir. Demokratikleşme ise bir kültürel dönüşümden çok devlet kurumlarını etkin olarak çalışma yönünde tesis etme meselesidir. Bir hükümet sisteminde demokratik etkinliğin en güçlü göstergeleri;
• Halkın, mümkün olan en geniş kesiminin temsili
• Seçilen yöneticilerin bulundukları hizmet ve görevlerde hesap verebilirlikleridir.

Bu iki göstergenin şeffaf ve maksimum bir biçimde gerçekleşmesi durumunda, demokrasinin işlerliğinin olduğunu söyleyebiliriz. Bu maddelerin aksadığı yerler demokrasinin etkinlik derecesinin azaldığı yerlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak demokrasinin en iyi biçimde işlemesi için çaba sarfetmekteyiz ve işlerlik derecesini arttırmak için yöntemler aramaktayız. Bu bağlamda, bugün içinde bulunduğumuz Parlementer Sistem ile dünyada örnekleri bulunan Başkanlık Sistemi’ni yasama ve yürütme organlarının işlemesi bakımından, demokrasiye ne kadar hizmet ettiğini ve edebileceğini, avantaj ve dezavantajları ile irdeleyeceğiz.

PARLEMENTER SİSTEMİN İŞLEYİŞ HARİTASI
• Yargı bağımsızdır
• Yasama ve yürütme organları birbirine üstün olmasa da içiçe örgütlenmiştir ve karşılıklı birbirlerini etkiler.
• Yasama ve yürütme dengededir, birbirine üstünlükleri yoktur, ancak birbirlerine sorumludurlar; birbirlerini düşürebilme araçları vardır.
• Egemenlik TBMM tekelinde değildir. 1961’den beri Türk Milleti egemenliği yetkili organlar eli ile kullanır.
• Bakanlar ve Cumhurbaşkanı olmak üzere iki başlı yürütme sistemidir.
• Bakanların hem bireysel hem de kollektif sorumlulukları vardır. Başbakan düşerse hükümet de düşer(kollektif sorumluluk)
• Halk sadece yasama organını seçer
• Yasama organı meclis içinden ya da dışından Cumhurbaşkanı’nı seçer
• Cumhurbaşkanı mutlaka meclis içinden birini Başbakan olarak tayin eder. Güvenoyuna kadar Başbakanı bir daha görevden alamaz. En çok oy alanı ataması şart değildir. Bu bir anayasa teamülüdür.
• Başbakan meclis içinden veya dışından Bakanlar Kurulu listesi (kabine) hazırlar. Mecliste yeterli güvenoyu alabilmesi için güçlü parti grupları ile işbirliği yapılarak kabine koalisyon olarak hazırlanabilir. Cumhurbaşkanı onayı ile Bakanlar Kurulu kurulmuş olur ve hükümet göreve başlar.
• Göreve başlayan hükümet meclisin doğrudan denetim aracı olan güvenoyuna tabi olur. Basit çoğunlukla güvenoyu alırsa görevine devam eder. Aksi takdirde hükümet düşer. Ancak kurucu bir özelliğe sahip değildir.
• Hükümet güvenoyu alamz ise Cumhurbaşkanı, Başbakan’ı değiştirebilir.
• Parlementer Sistem’de Cumhurbaşkanı’nı kesinlikle halk seçemez, sorumlu ya da sorumsuz olması önemli değildir.
• Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu ve Milletvekilleri yetkilidir. Meclisce kabul edilen kanunları Cumhurbaşkanı 15 gün içerisinde yayımlar. Eğer Cumhurbaşkanı yayımlanmasını tamamen ya da kısmen uygun bulmadığı kanunları tekrar gorusulmek uzere Meclise geri yollar. Eğer aynı şekliyle Cumhurbaşkanı’na gelirse bu sefer yayınlamak zorundadır. Eğer değişip gelirse yine Meclis’e geri gönderebilir.

BAŞKANLIK SİSTEMİNİN İŞLEYİŞ HARİTASI
• Yargı bağımsızdır.
• Başkanlık rejiminde Başbakan ya da Cumhurbaşkanı makamı yerine başkanlık makamı bulunuyor. Yani yürütme tek başlı olup, Yürütmenin başı Devlet Başkanı’dır. Başkan(ve bazen yardımcısını da) meclis tarafından seçilmeyip doğrudan halk tarafından seçiliyor. Meclis de (Kongre) halk tarafından seçiliyor ve başkanlık sisteminin en önemli özelliği olarak meclis ve başkanın birbirlerine karşı üstünlükleri bulunmamaktadır.
• Başkan yardımcıları sadece danışman niteliğindedir. Abraham Lincoln’un, yardımcıları ile yaptığı toplantıda "Yedi hayır, bir evet, evetler kazandı" sözü Başkan’ın ne denli güçlü olduğunu göstermektedir.
• Başkanlık sisteminde bakanları başkan atıyor ya da görevden alıyor. Üstelik başkanın bakanları(sekreterleri) meclis içinden seçme zorunluluğu da yok.
• Başkanlık sisteminde meclis yasaları hazırlanması ve bütçenin oluşturulması konusunda yetkiliyken başkan tüm politikayı ve uygulamayı belirleme yetkisine sahip. Ancak Başkan yönetime karışmasına izin vermediği meclisin denetimi altında çalışıyor.
• Başkanlık rejiminde birbirine karışamayan ama denetleyen başkan ile meclis arasındaki hakemliği yüksek yargı, yani Anayasa Mahkemesi yapıyor. Yani başkanlık sisteminde başkan ile meclis birbirinden bağımsızken Anayasa Mahkemesi her ikisinden bağımsız olarak hakemlik görevi yürütüyor. Yasama ve yürütme birbirini feshedemez. Bu nedenle başkanlık sistemine kesin kuvvetler ayrılığı deniyor. Bunların yanında yürütme organında yeralan bakan yasama organında da aynı zamanda bulunamaz. Bu durum katı kuvvetler ayrımının bir gereğidir.
• Güvenoylaması diye bir “meclisin Başkanı denetleme aracı” yoktur.
• Başkan, başarılı da olsa başarısız da olsa sadece bir dönem seçilebilmektedir ve Başkan suç işlemediği sürece Senato “Başkanı” deviremez. (ABD Eski Başkanı Nixon bu şekilde azledilmişti).
• Başkan Senato’ya yasa teklifinde bulunamaz. Ama Başkan’ın bir partisi var ve gerekirse partisinin milletvekilleri yasayı Meclis’e sunabilir.
• Başkan bürokratik kademelere yapılan atamalarda ve Yüksek Mahkeme Yargıçlarının atamasında kendi takdirini kullanır; ancak bu atamalara Senato’nun da onay vermesi gerekmektedir. Aksi takdirde atamalar gecerlik kazanmaz.
• Bütçenin kabulu, federal hazinenin(ABD’de) çıkış ve girişlerini düzenleyen mali yasaların yapılması tamamiyle kongreye aittir. Kongre başkana hedef ve politikalarını gerçekleştirmesi için gereken mali olanakları sağlamayarak engel olabilir.
• ABD'de başkanlık sisteminin en önemli temellerinden birisi de Kongredir. Kongre, 438 temsilciyi içeren Temsilciler Meclisi ve 100 Senatörü içeren Senato'dan oluşur. Kongre yasama görevini üstlenir. Yani yasama gücü çift başlıdır, Yasa yapma gücü, anayasaya aykırı olmamak şartı ile, daima iki meclisin anlaşması ile uygulama bulabilmektedir.
• Başkan’ın Kongre tarafından kabul edilen yasaları iki şekilde veto etme yetkisi vardır: birincisi Açık vetodur, Kongre'ye kabul ettiği yasayı geri göndererek hem Senato'da, hem de Temsilciler meclisi'nde ayrı ayrı 2/3 çoğunlukla kabul edilmesini isteyebilir. İkincisi ise; "packet veto" olarak adlandırılan 10 günlük inceleme hakkını kongrenin tatile girme döneminde kullanarak, imzalamadığı yasayı bir dahaki dönemde tekrar görüşülmek zorunda bırakmasıdır.
• Başkan anayasaya göre silahlı kuvvetlerin başkomutanıdır. Silahlı kuvvetlerin nasıl nerede nezaman hangi biçimde kullanılacağına karar verir. En küçük rütbeli subaydan en yüksek rütbelisine kadar hepsini başkan atayabilir.

BAŞKANLIK SİSTEMİNİN DEZAVANTAJLARI
• Başkanlık rejiminde halk tarafından seçilen başkan ve meclis birbirini görevden alamaz. Başkan başarısız olsa bile süresi doluncaya kadar görevde kalır. Başarılı olanlar da dönem sonunda görevden ayrılmak durumunda kalırlar.
• Başkanlık rejimlerinde başkanın seçimi çoğunlukçu formüle göre yapılmaktadır. Çoğunlukçuluk, iktidar yoğunlaşmasına yol açmakta ve kutuplaşmayı arttırmaktadır.
• Halk tarafından seçilen başkan ve meclis, farklı partilerden olabilirler. Bu durumda iki taraf da meşru olanın kendisi olduğu iddiasıyla önemli sorunlar ortaya çıkarabilir.(meşruiyet sorunu)
• Başkanlar çoğu zaman, Yüksek Mahkeme hakimlerinin atamalarını yaparken kendi görüşlerini destekleyecek kişileri seçmektedirler. Bu durumda yargıçlar kendilerini başkana yakın gorerek, onu destekler nitelikte kararlar alabilir; yargı bağımsızlığı örselenebilir.
• Başkanlık sisteminin daha çok iki partili sistemlerde yaşadığı, çok partili sistemlerde siyasal istikrarsızlığa yol açarak, yürütme ve yasama arasında çatışma yarattığı öngörülmektedir.
• Siyasal iktidarın tek elde toplanması demokratik geleneklerin olmadığı ülkelerde tek adamlık, diktatörlük sonuçları doğurabilir. Ancak Parlementer Sistem’le karşılaştırıldığında; Parlementer Sistemde tek parti hükümetinin olduğu bir ortamda, hem yasama hem yürütme gücü aynı siyasi partinin elinde toplanmaktadır. Bu durumda diktatörlük sonucu Parlementer Sisteminde de mevcuttur ve tek parti hükümetinde diktatör yaratması Başkanlık Sistemine göre daha muhtemeldir.
• Kazanan her şeyi kazanır kaybeden her şeyi kaybeder ilkesi nedeniyle seçildikten sonra asla müdahale edilmez durumunda olan bir kişi ülkede muhalefeti birçok konuda uzlaşmazlığa ve yasadışı yollara itebilir.
• Yürütmenin mutlak hakimiyeti oluşabilir ve demokratik teamüllere sahip olmayan bir ülkede başkanın partisinin çoğunluğundan oluşan yasama, yürütmeye tabi olarak hareket edebilir. Ancak bu ihtimal Parlementarizmde de mevcuttur ve bu koşul altında iktidar yetkilerini iyiye kullanabileceği gibi ülkeyi yanlış yollara da sürükleyebilir. Ancak akıllı bir Başkanın olması durumunda yasama ve yürütme arasında işlerin çabucak halledilmesine ve sonuca daha hızlı gidilmesine yol açar. Tersi durumda ise; yasa çıkaramayan, özellikle bütçesini oluşturamayan ve vaatlerini yerine getiremeyen bir sistem içinde başkan başarısızlığa sürüklenecektir. Ve parlementer Sistemde de mevcut olan bir risktir aynı zamanda.

BAŞKANLIK SİSTEMİNİN AVANTAJLARI
• Seçmenler için daha fazla seçme olanağı sağlar. Devlet Başkanını ve Parlementoyu ayrı ayrı seçer.
• Seçmenler olası hükümet seçeneklerini önceden görerek oy verir ve seçilmişlere hesap sorma araçları daha fazladır. Parlementer Sistemde koalisyon hükümetleri hesap verme konusunda başarıları kendi partilerine, başarısızlıkları ise başkalarının üstüne atmışlardır. Başkanlık Sisteminde ise Başkan tek başına sorumludur ve son kararı da hesabı da kendi verir.
• Başkanlık rejiminde yasama meclisi üyeleri, hükümetin varlığının devamı kaygısı olmaksızın yasalar üzerinde bağımsız karar verebilirler.
• Başkanlık rejiminin katılığı yürütmenin istikrarına, bu da rejimin istikrarına katkıda bulunabilir.
• Katı Güçler ayrılığı ve sınırlı iktidar bireysel özgürlüklerin garantisidir.
• Parti disiplininin olduğu ülkelerde başkanlık sistemi çalışmaz: Kıta Avrupası ve Türkiye gibi ülkelerden farklı olarak, ABD'nde Demokrat ve Cumhuriyetçi partiler, disiplinli bir yapıda değildirler. Hatta bir anlamda "no party system" ABD siyasi sisteminin belirleyici özelliğidir. Kıta Avrupası'ndaki tüm parti sistemlerinden farklı olarak, ABD partileri arasında ideolojik ayrılık yoktur, tek bir liberal partinin içindeki eğilimler olarak nitelendirilebilir. Bu ülkede partili parlamenter parti grup kararları ile bağlı olmadıkları için, Başkanlar ve kongre çoğunluğu farklı partilerden olsalar da yasama-yürütme arasında işbirliği sağlanabiliyor. Bu da iki güç arasında denge kurulmasını kolaylaştırmaktadır. Onun içindir ki, disiplinli partilere dayalı bir siyasi hayatta, ABD tipi Başkanlık rejiminin uygulanması daima askeri darbelere yol açmıştır. Ancak parti disiplininin olduğu ülkelerde yargı organlarına bazı durumlarda meclisi fesh etme gibi yetkiler verilerek yasama organında kilitlenmenin olmayabileceği savunulmaktadır.

BAŞKANLIK SİSTEMİ VE TÜRKİYE AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihsel geçmişine baktığımız zaman Başkanlık Sistemine olası bir geçişte zorlanmayacağı kanaatindeyim. Osmanlı Devleti döneminde padişahlar; Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk ve İsmet inönü dönemleri, kararlar tek bir kişi tarafından alınıp, meclisce onaylanmasından ötürü Başkanlık Sistemi benzeri dönemlerdir. Ancak Osmanlı Devletinin son zamanlarına bakarsak, yıkılmanın temel sebeplerinden biri, padişahların yeteneksizliği ve yerinde kararlar alamamasıdır. Şu yargıya varabiliriz ki; olası bir Başkanlık Hükümetinde yeteneksiz başkanlar ülkeyi bitişe doğru hızla götürebilir; ancak Atatürk ve ekibi gibi yatanakli bireylerin başkanlığında da bataktan kurtarıp en üst seviyeye de getirebilir.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri tarihinde 3 askeri darbe yaşamıştır. Başkanlık Sisteminin bir “diktatör” yaratarak en nihayetinde asker darbelere yolaçabileceği öngörülmektedir. Ancak zaten parlementer sistemimiz içinde ciddi tıkanmalar olmuştur ve hala vardır. Askeri darbeler bu tıkanmaların sonucunda olmuştur ve bu risk tıkanmaların olduğu yerde herzaman vardır. Türkiye’de seçimi çok partinin kazanması durumunda koalisyon hükümetleri kurulmakta ve yasama ve yürütmede karar alamama ve akabinde istikrarsızlıklara, başarısızlıklara yol açılmaktadır ve bu başarısızlıklar tarihimizde çok fazladır. Bu başarısızlıkların hesap verilebilirlik derecesi de düşüktür; herkes birbirini suçlamayabilmektedir. Bunun sonucu olarak da halkın hükümete güveni kalmamıştır. Bu durumda ya güven veren bir hükümetin ya da güven veren bir “Başkan’ın” iktidara muktedir olması lazım. Aksi takdirde temsil olunan halkın yönetime güvensizliği artacak ve iç isyanlara sebep olabilecektir. Ancak bu “koalisyon kötüdür” anlamına gelmemelidir. Geçmişte DSP-ANAP-MHP hükümetinde salt AB süreci dikkate alındığında, koalisyonun oldukça uyumlu bir çalışmayla idam cezasını dahi kaldırabildiğini gördük. Başkanlık Sisteminde de, parlamento çoğunluğunun karşı partiden olduğu durumda da, başkanın eli kolu kitlenir ve istikrarsız yönetim baş gösterir ve bunun çözümü de başkanlık sistemi içinde yoktur.
Türkiye’deki siyasi parti başkan adayları partinin başına başkan olabilmek için herşeyi yapmaktadır ki; böyle bir kişinin ülke yönetimine aday olması ve devlet başkanı olabilmek için herşeyi yapmak anlamına geliyor. Tabi bu herşeyin ne olduğu çok önemlidir ve olası bir Başkanlık Sistemi seçiminde ülke geleceği için büyük bir risktir.
Başkanlık sistemi özellikle icrayı güçlü kılar ve icraattan sorumlu olanı net bir biçimde ortaya koyar. Kriz dönemlerinde, acil durumlarda hızlı ve etkin bir müdahale, güçlü bir icra ile sağlanabilir. Böyle bir kriz anında koalisyon hükümetlerinin başarısızlıkları ülkemiz tarihinde yerini almıştır.
Başkanlık Sistemi bir sihirli değnek değildir ve tek başına da değerlendirmek yanlıştır. Günümüzdeki sistemden farkı yasama ve yürütme arasındaki ilişkidir. Ve bu ilişkide katı bir ayırım vardır. Ülkemize baktığımız zaman parlementer sistemin çökmek üzere olduğunu görmekteyiz. Seçmenlerin hala hatır ve geçici maddi olanak saglayabilmek, şahsi menfaatler, ayrıcalıklar sağlayabilmek için, hatta fakirlikten dolayı 1 koli makarna uğruna siyasi partilere oy vermekte olduklarını görebiliriz. Burada hatayı sisteme ve seçmenlere bulmanın yanlış olacağı kanaatindeyim. Hata, fikir ve planladıkları icraatlarla, kendilerini bile ikna edemeyen ve sonuçta seçmen, iktidar ve ülke açısından başarısız sonuçlara götüren yönetime rahatlıkla çıkarılabilir. Hatta suç başkalarına atılarak, yasama yürütme ilişkileri(yönetim sistemi) eleştirilebilir. Bu ilişki revizyon edilebilecekken, başka bir sisteme geçmek belli bir kesime ilk olma hevesine hizmet olabilir. Çünkü parlementer ve başkanlık sistemlerinin arasında yarı-başkanlık sistemi ve başarılı uygulamaları vardır. Ayrıca bu sistemlerin gerekli yönleri alınarak, sorunlara yönelik çözüm odaklı olarak yasama-yürütme ilişkileri selektif olarak düzenlenebilir. Yargının bağımsızlığı korunabilir ve bağımsız değilse bağımsız hale getirilir. Sistem düzenlenebilir; sistemin düzenlenmesi sonucu salt bir Baskanlık Sistemini gerektirmeyebilir. Yani mevcut sorunlara yönelik bir model kurulması mevcut bir sisteme göre hareket edilmesinden daha anlamlıdır ve fizibildir.

SONUÇ YERİNE;
Bir partiyi tek başına iktidar yapan şey, halkı yapacağı müspet işlerle ikna etmesi ve halkla olan ortak diyaloğudur. Yani parti halka umut veriyorsa, iyi alternetifler sunuyorsa seçim sistemi ne olursa olsun parti tek başına iktidar olabilir. Ülkenin yönetimi açısından bir hükümet sistemi önerisi tek başına hiçbirşeydir. Başka bir deyişle, hükümet sisteminden mucizeler beklenemez. Çözümü halk belirler; halkın çözümü üretmesini ise parti veya kişilerin, halkı kendisine inandırma derecesi belirler. Bu çözüm halkın temsili “iktidar”dır. Hükümet sistemleri sadece halkın seçtiği kişiler arasındaki güç kullanım ilişkileri belirler. Bu gücü kullanma yetkisi seçilenlerin elindedir. Esas olan şey: iktidarın, halkı temsil eden, kendi kişisel fikir,beceri ve özverisi dahilinde yönetim gücünü kullanmayı öğrenmesi, öğrendikten sonra iki kere ölçüp bir kere kesmesidir. Hepsinin temelinde fikir,beceri ve özveri sonucunda ise ulusal ve uluslararası başarılar vardır. Kullanılan sistem kadar zihinlerdeki fikirler de, gidilmek istenen yer de önemlidir. Hedefe giderken yol iyi çizilmeli ve uygun model esneklikle, ustalıkla kurulmalıdır. Tabiki hedefe giderken, gidilen yol da önemlidir; binilen araç her neyse...

31 Ağustos 2008 Pazar

Globalleşme ve Finansal Gelişme

GLOBALLEŞME VE FİNANSAL GELİŞME1

Nisan 2007

Frederic S. Mishkin

Çeviren: Ömür Emre Şahin2




ABD ve diğer birçok ülkede, öğrenciler başarının anahtarının çok çalışmak olduğunu öğrenmektedirler. Ancak birçok gelişmekte olan ülkeye baktığımızda, insanların saatler boyunca oldukça sıkı çalıştıklarını görmekteyiz. Bu çalışanlar düşük ücret seviyelerinde çalışmaktadırlar ve bu yüzden de fakir kalmaktadırlar. Bu surette ülkenin tamamı fakir kalmaktadır. Eğer çok çalışmak ülkeleri zengin yapmıyorsa, ne yapıyor?




Doğru kurumlar önemlidir. Nobel ödüllü Douglas North, kurumların “toplumdaki oyunun kuralları veya daha formel olarak insan müdahalelerini şekillendiren, insanlarca oluşturulmuş olan kısıtlamalar” şeklinde tanımlamıştır. (North, 1990, s.3). Ekonomik büyüme açısından oldukça kritik öneme sahip olan kurumlar ülkenin sermayesini çok verimli alanlara dağıtmakla yükümlüdürler. Bazı kurumlar; güçlü mülkiyet haklarını, etkin işleyen bir yasal sistemi ve derin ve etkin bir finansal sistemi oluşturur ve devam ettirir.




Son yıllarda, ekonomik kalkınma alanı, “kurumsal kurallar” ve ekonomik gelişme üzerindeki kritik rolü konusunda sonuca ulaşmıştır.3 Genişçe bir literatür çalışması finansal gelişmenin ekonomik gelişmeye yolaçan anlamlı bir güç olduğu üzerinde yoğunlaşmıştır. 4




Fakat finansal bir gelişme sağlayacak olan iyi kurumların gelişmesi o kadar da kolay değildir. Bu durum, kurumların gelişmesi ve yerel şartlara adapte olması için zaman almaktadır. Ayrıca fakir ülkelerdeki çıkar grupları gerekli olan reformlara sıkça karşı çıkmaktadırlar. Bunun nedeni ise bu çıkar gruplarının, bazı reformların kendi güçlerini zayıflatacağına veya diğer insanlara kendi sahip oldukları karları paylaştırmalarına izin vereceğine inanmalarıdır. Fakir ülkeler bu engeli nasıl aşabilirler? Bu ülkeler politik anlamda ilerleme adına kurumsal reformları destekleyebilecek güç dağılımını nasıl değiştirebilir? Cevap: Globalleşmedir.




Şunu vurgulamalıyım ki; bugün ifade ettiğim fikirler benim şahsi fikirlerim olup, Federal Açık Piyasa Komitesi’ni(FOMC) bağlamamaktadır.




Kurumsal Reformun Unsurları




Finansal gelişmeyi desteklemede globalleşmenin rolünü irdelemeden önce, kısaca iyi işleyen finansal sistemi sağlayan kurumsal altyapının inşası için aşılması gereken aşamalara bir gözatalım.




Güçlü Mülkiyet Haklarının Gelişimi: Güçlü mülkiyet hakları verimli yatırımların teşvik edilmesi için gereklidir. Çünkü, eğer yatırımın getirisi hükümet veya başkaları tarafından götürülürse(alınırsa), yatırımcı bu yatırımı gerçekleştirmez. Hernando De Soto, “Sermayenin Gizemi” adlı önemli kitabında, gelişmekte olan ülkelerin mülkiyet haklarını sağlamada yetkinsizliğinin, bu ülkelerin sermayeden yarar sağlayamamasının ve fakirlik batağına saplanmalarının temel nedeni olduğunu tarışmaktadır.Örneğin; teminatın kullanılması finansal sistemin borç(ödünç) vermesine yardımcı olan kritik bir araştır. Çünkü teminat, ödünç vermeler kötüye gittiğinde oluşacak kayıpları azaltmaktadır. Arazisini veya sermayesini, ödünç para alabilmek için rehin veren bir kişinin yasal olarak bir teminatı var demektir. Ne yazık ki; De Soto’nun yadığı gibi, fakir gelişmekte olan ülkelerde sermaye sahipliğinin yasallaşması oldukça pahalı ve zaman alıcıdır. De Soto’nun verdiği şaşırtıcı örneklerin birinde, Filipinler’de, şehir kesiminde ev tapusu alabilmek için 53 tane kamu ve özel kuruluş aracılığı ile 13 ila 25 yıl sürecek olan 168 bürokratik işlem yapılması gerektiğini aktarmıştır.




Yasal Sistemin Güçlendirilmesi: Sözleşmeleri hızlı ve adil bir biçimde yürüten yasal sistem, güçlü mülkiyet hakları ve finansal gelişmeyi desteklemede gerekli bir adımdır. Örneğin; ödünç verenler, ödünç sözleşmesine, borç alanları aşırı risk üstlenmelerine karşı korumak için sınırlayıcı maddeler koyarlar. Fakat bazı maddeler yalnızca yasal olarak yürütülebilir ise değer teşkil eder. Şayet sözleşmelerin yürütülmesini sağlayacak yasal sistem varolmadıkça ödünç verme işlemleri verimlilikten uzak olacaktır. yasal bir işletmenin kurulması ya da bir mülkiyetin tapusunun alınması çok pahalıysa, fakirler asla yasal sistemin içine girmeyecek ve onları, küçük bir işletme kurup, fakirlikten kurtulmalarına yardımcı olacak borç parayı alamayacaklardır.5 ABD’de basit bir işletme kurmak, genellikle bir form doldurmayı ve nominal bir lisans bedeli ödemesi yapılmasını gerektirmektedir. Aksine, De Soto’nun araştırmacıları gösteriyor ki; Peru’da yasal olarak küçük bir elbise mağazası açmak için 289 gün uğraşmak gerekmekte; hergün için 6 saatlik maliyeti 1200$ ciavrı olup, bu miktar aylık asgari ücret tutarının yaklaşık 30 katıdır. De Soto’nun yazdığı gibi, herkes için mülkiyet haklarının eksik olması (çok zenginler hariç) finansal gelişme açısından ciddi bir engeldir.




Yolsuzluğun Azaltılması: Gelişmekte olan ülkelerde hükümet sık sık finansal baskının temel kaynağıdır. Başkanlarının, sanki ülkenin sahibiymiş gibi davrandığı hükümetler pek nadir değildir. Bu tarz hükümetleri Saddam’ın Irak’ında, Robert Mugabe’nin Zimbabve’sinde ve Ferdinand Marcos’un Filipinler’inde görmekteyiz. Hatta çok az zalim olan hükümetlerin yetkilileri ülkenin(state) gücünü zengin olmak için kullanmakla tanınmaktadırlar. Bu durumda hükümetlerin mülkiyet hakkı vaatleri verip fakat bunu kanunlarla desteklemedikleri şaşırtıcı gelmeyecektir.




Yolsuzluğun azaltılması mülkiyet haklarının ve yasal sistemin güçlenmesi açısından oldukça önemlidir. Yolsuzluk yapan yetkililer rüşvet istediklerinde girişimcilerin yatırım yapma hevesini kıracaklardır. Birşeyin rüşvetle elde edilmesinin sağlandığı bir yerde, ekonomik ve finansal sistemin pürüzsüz bir biçimde işlemesine olanak veren yasal sözleşmelerin hükmü zayılar.6




Finansal Bilginin Kalitesinin Arttırılması: Yüksek kalitede finansal bilgi finansal piyasaların iyi işlemesi için önemlidir. Eğer ödünç verenler bir firmanın işlerinin nasıl gittiğini göremezse, iyi kredi-kötü kredi ayırımını yapabilmekte yetkin olamayacaktır veya firmanın aşırı risk üstlenip üstlenmediğine emin olamayacaktır. Bir güven oluşturmak ve doğru bilginin ulaşılabilir olmasını sağlamak için muhasebe standartlarının yeterince yüksek olması bir zorunluluktur. Böylece borç verecek olanlar işletmelerin defterlerinde neler olduğu konusunda fikir edinebilirler. İşletmelerin bilgilerini açıklamalarını gerektiren kurallar, yatırımcıların, “zor kazanılan” parayı hakedip haketmedikleri hakkında mantıklı kararları alabilmelerini sağlamak için yürütmeye konulmalıdır.




Şirket Yönetişimini Geliştirme: İnsanların, işletmeler için bir diğer fon kanalı olan borsadan hisse senedi satın almaya gönüllü olması için kuralların, şirket yöneticilerinin hisse senedi sahiplerinin getirileri yönünde davranmalarını garanti edecek şekilde oluşturulması gerekmektedir. Eğer yöneticiler şirketten para çalmanın kolay olduğunu görürse, hiçkimse bu şirkete yatırım yapmak istemeyecektir. Yönetici ve hissedar arasında doğru bir denge kontrolünün sağlanması ciddi bir düellodur ve hatta bunu biz ABD’de geliştirmeyi sürdürüyoruz.




Bankacılık Sisteminde Derinlik, Düzenleme ve Denetlemelerin Geliştirilmesi: Bankalar, gelişmekte olan ülkelerde kredi dağıtımını sağlayan temel kurumlardır. Banka yetkililerinin risk değerlemesi yapabilmesi ve iyi borç verme kararı verebilmesi için ihtiyacı olan yetenekler kritik derecede önemli olduğu kadar oldukça da yetersizdir. Borç vermede uygulanan zayıf politikalar fazla miktarda sermayenin düşük getirili projelere ve daha az miktarda sermayenin yüksek getirili projelere yönlenmesine sebep olur. Bu durumda gelir ve büyüme istenilen düzeyde gerçekleşemez. Üstelik içeriye ödünç vermeden veya aşırı risk yüklenmekten kaynaklanan bankaların bilançolarındaki kötüleşme, ödünç verme işlemlerini aniden durduracaktır. Bu sayede ekonomi olumsuz etkilenecektir. Eğer bankaların bilançolarındaki kötüleşme yeteri kadar şiddetli ise , ekonomiye zarar verebilecek ibr bankacılık ve nakit krizi ile sonuçlanabilir.bu fenomen, ne yazık ki; son 10 yılda gelişmekte olan ülkelerde oldukça yaygın yaşanan bir durumdur.7 Bankacılık krizlerinden korunmak için tedbirli, özenli düzenlemeler yapmakla başlamak gerekir. Bu düzenlemeler hükümet tarafından, bankaların yeterli sermaye ve risk yönetimini yeterli düzeyde yapabilme yeteneğine sahip olması yönünde oluşturulması gerekmektedir. Bu düzenlemelerin yürütülmesini garanti altına almakla hükümet, ayrıca bankaların faaliyetlerinde devletin koyduğu kurallara riayet edip etmediklerini irdelemek maksadıyla sağgörülü bir denetim faaliyetinde de bulunmuş olur.




Mikro-finansın gelişmekte olan ülkelerdeki rolü bu günlerde fazla ilgi toplamaktadır. Mikro-finans olumlu bir gelişmedir: bu, büyük miktarda fakir insanın yoksulluktan kurtulmasına net bir biçimde yardım etmektedir ve Nobel ödüllü Muhammed Yunus’un bu konudaki çabaları kesinlikle yerini buluyor.8 Fakat mikro-finans burada bahsettiğim kurum binalarının yerini tutmaz.




Kurumsal Reformların İlerlemesi İçin Globalleşme




Şimdi finansal gelişme ve ekonomik büyümeyi desteklemek için ne tür kurumlar gerektiğini anlamış bulunmaktayız. Artık sorumuza dönelim; gelişmekte olan ülkelerin bu kurumları nasıl geliştirebilirler sorusuna yanıt arayalım.




Kurumsal gelişmeyi uyaran en güçlü silah globalleşmedir. Servet, dünyanın diğer yerlerine kapanılarak elde edilen birşey değildir. Fakir ülkeler globalleşmeye sarılarak daha iyisini yapabilirler. Bu, bu ülkelerin finansal ve mal ve hizmet piyasalarını, fon, mal ve sıkça fikirleri yurtiçine çekmek için diğer ülkelere açmaları anlamına gelmektedir. Ülkeye bazı girişler, vatandaşların yararına olacak, servet ve verimliliğin inşasını sağlayacak olan reformların gerçekleşmesine yardımcı olabilir. Elbette ki; ülkeler, yukarıda tartıştığımız üzere temel kurumların tesisi ile ilgilenmeli ve reformun aşamalarını monitorize etmelidir.




Finansal Piyasaların Dışa Açılması




Şimdi finansal piyasaların yabancılara açılmasının finansal gelişmeyi nasıl sağladığına bir gözatalım.




Yurtiçi finansal piyasaların yabancılara açılması suretiyle globalleşmesifinansal gelişmeyi ve servetteki artışı 2 şekilde teşvik etmektedir. Bunlardan birincisi; finansal piyasaların yabancılara açılması doğrudan sermayeye erişimi kolaylaştırır ve verimli yatırımların yapılması ile sermayenin maliyetini düşürür.9 Biliyoruz ki; fakir ülkelerde işgücü ucuzdur ve bu yüzden sermayenin buralarda daha verimli olduğunu düşünebiliriz. Şunu düşünün: oldukça karlı bir fabrika nasıl olur da ücretlerin ABD’dekinin onda biri olan bir yerde olabilir. Bunlardan bazıları Amerikan işçilerinin yüksek verimliliğini yansıtsa da, sermaye yine de bazı ülkelerde oldukça yüksek getiriye sahiptir. Ve prensip olarak biz büyük bir sermaye akımının zengin ülkelerden(sermayenin getirisinin nisapeten az olduğu yerlerden) fakir ülkelere (getirinin yüksek olduğu yerlere) doğru akmasını ummaktayız. Bazı sermaye akımları fakir ülkelerin büyük sermaye stoku, yüksek verimlilik ve hızlı gelir artışı oluşumunda ciddi yararlara yol açabilmektedir.




Aslında, bildiğimiz üzere, sermaye günümüzde hareket halinde olup, net olarak, fakir ülkelerden zengin ülkelere akmaktadır. Bu durum ise bizim beklentilerimizi tam aksidir. Açıkça görülen bu paradoks için bazı sebepler öne sürülmektedir. Fakat bunlardan biri, kesinlikle, daha önce de açıkladığımız gibi fakir ülkelerin finansal anlamda zayıf olmasıdır. Bu husus bizi finansal globalleşmenin ikinci faydasına götürmektedir: finansal sistemin işlevselliğini arttırmak için, finansal reformları destekleyen yabancı finansal kurumlara yurtiçi piyasasını açmaktır. Yabancı finansal kurumların yeni gelişen piyasalarda(emerging-market) faaliyet göstermesine izin verilmesi uzmanlık ve en iyi uygulamaları ülkeye kazandırır. Örneğin, iyi-kötü kredi riskini görmemizi sağlar ayrıca ödünç alanların faaliyetlerini görmemizi sağlayarak borç alanların aldıkları riski azaltır.10 Çok gelişmiş finansal sistemle birlikte samimiyetleri nedeniyle yabancı finansal firmalar ayrıca finansal sistemin daha etkin çalışmasını sağlayacak olan reformların yapılması konusunda yerel hükümet üzerinde baskıyı muhtemelen arttırabileceklerdir.




Yerel finansal kurumlar işletmeleri kaybetmeye ve yabancı finansal kurumlarında iyi gidişatını ve güvenilirliğini görmeye başlayınca, borç vermenin kolaylaşacağı daha iyi bir yasal sisteme ve muhasebe sistemine ihtiyaç olduğunun farkına varacaklardır. İşte o zaman yerel finansal kurumlar bu sonuçlara ulaşmak için reformları muhtemelen daha çok destekleyeceklerdir.




Elbette ki, bu, rüşvetin varolduğu ve rekabet-karşıtı bir çevrede finansal globalleşme, kendiliğinden etkin, dinamik ve modern bir finansal sistemin olacağını söylemek anlamına gelmemektedir ve samimi değildir. Son araştırmalar, uluslararası sermaye piyasasına sonradan açılmış olan ülkeler temel desteklenen şartları yerine getirmemişlerse, sermaye akışının ani durmasından kaynaklanan kırılganlıkların arttığını göstermektedir. Böylece finansal globalleşmenin finansal piyasa ve kurumsal gelişmeleri ileri götürmesini beklemekten önce, bazı minimum düzeyde kurumsalkalite düzeli, finansal piyasa gelişme düzeyi ve makroekonomik istikrar önşartlarının varolması gerekmektedir.11 Bu durum, süreç ve reform için belli önşartların ve bazı kurumsallığın varlığı altında, finansal globalleşme bazı çabaların da desteğiyle çok etkili bir güç olabilir.







Mal Ticaretinin Dışa Açılması




Birazdan yurtiçi piyasasının yabancı mallara açılmasının kurumları nasıl geliştirdiğini inceleyeceğiz.




Açık olmamasına rağmen, yerel piyasanın yabancı mallara açılması olarak bilinen “ticari serbestleşme(liberasyon)” finansal gelişmenin anahtar sürücüsü olabilir. Bu, katı işletme çıkarlarının politik gücünü zayflatabilir (aksi takdirde, kurumsal reformlar yapılmayabilir). Bu noktaya Rajan ve Zingales(2004) “Kapitalizmi Kapitalistlerden Kurtarmak” adlı kitaplarında üzerinde durarak değinmiştir. Rekabetçi bir çevreyi destekleyen ticari serbestleşme dış sermaye kaynağına büyük ölçüde ihtiyacı olacağı için katı firmaların getirilerini azaltır. Böylelikle, onlar, derin ve daha verimli bir finansal sistemi geliştirecek olan reformları muhtemelen destekleyeceklerdir. Aslında, yapılan çalışmalar derin finansal sektörün ticari açıklığın fazla olmasıyla pozitif yönlü ilişkili olduğunu saptamıştır. (Rajan ve Zingales, 2003; Svaleryd ve Vlachos, 2002).




Serbest ticaret ayrıca yolsuzluğu azaltarak finansal derinliği arttırmaya yardımcı olur. Yüksek gümrükler yolsuzluğu besler, çünkü ithalatçılar vergiyi ödememek için gümrük yetkililerine rüşvet vermek gibi başka yollara başvuracaklardır ve mal kaçakçılığına girişeceklerdir. Bu durumda uluslararası ticareti sınırlandıran ülkelerin daha çok yolsuz-rüşvetçi bulunmaları da sürpriz olmayacaktır.(Ades ve Di Tella, 1994).




Hatta, gelişmekte olan ülkeler yabancı malların ithalatında tüm bariyerleri yıkmakta gönülsüz de olsa, yurtiçi üreticileri uluslararası ticaretle ilgilenenlerden koruyan engelleri kaldırmak suretiyle kurumsal reformlar hala oluşturulmaktadır. Denizaşırı piyasalar için üretimin kolaylaştırılması iyi işleyen bir bir finansal sisteme ihtiyaç yaratmaktadır çünkü, uluslararası arenada etkin olarak rekabet etmek için, firmalar sermayeye kolayca erişebilmek isterler. Eğer bunu sağlayamazlarsa, verimliliği artırmayı ve mal fiyatlamasını rekabetçi kılmayı gerektiren yatırımı yapamayacaklardır. Bundan dolayı, uluslararası ticaret finansal sistemi daha verimli yapacak bir talebi yaratacaktır.




Çin Örneği




Ticari globalleşmenin finansal reformları nasıl gerçekleştirdiğini Çin’de görmekteyiz. Çin girişimcilerinin uluslararası piyasalara artan miktarda girmesiyle, yüksek yurtiçi tasarruflarının dağıtımını verimli kılmayı garanti edecek ve piyasa gelişmeleriyle uyumlu daha iyi bir finansal sisteme ihtiyaç duymaktadır. Bunun zaman almasına rağmen, globalleşme bir reform sürecine sürüklenecek olan gelişmiş bir finansal sistem için talep oluşmasına yardımcı olmaktadır. Komunist liderlik eski gelişme modelinin değişmesi gerektiğini kabul etmektedir. Hükümet, devlet sahipliğindeki bankaların özelleştirme patikasına sokulduğunu ve Çin’in bankacılık sistemi için yabancı yatırıma izin verdiğini açıklamıştır.(20 milyar $ 2005).12 Hükümet ayrıca sözleşmelerin daha işlevsel olabilmesi için yasal reformlar yapmıştır. Ağustos 2006’da Ulusal İnsanların Kongresi (National People’s Congress) yeni iflas yasasını imzalamış olup, eğer bir firma iflas ederse kreditörü daha çok koruyacaktır. Ve geçen ay ise bireylere mülkiyetleri için daha çok yasal korunma sağlayacak olan yasa kabul edildi.13




Çin, elbette ekonomik büyüme ve kalkınmasını arttıracak bir araç olarak ihracatı aktif olarak teşvik eden örnek bir ülkedir. Diğer bir boyutta, Çin ihracatı geliştirme politikasını kullanmada çok ileri gidebilmektedir. Piyasada belirlenen fiyatların güvenilirliğinin artışı ihracat sektörüne yapılan kaynak dağılımının verimli kullanımını aşmayacak şekilde yapıldığını sağlamaya yardımcı olmaktadır. Amaç tüm ekonomideki sektörlerin verimliliğini dünya kalite standartlarına taşımak olmalıdır. Son zamanlarda Çin yetkilileri büyüme kaynaklarının dengelenmesi ihracattan uzaklaştığı ve yurtiçi talebe doğru kaydığı ve düzenli olduğu konusunda fikir birliğine varmışlardır.Çin’in Doğu Asya komşularının arasında, gelişmekte olan endüstrilerin yurtiçi kullanımlara yönelik taleple karşılaşmasının önemi artan bir dikkat çekmektedir.




İhracatı Sınırlamaları Sorunu




İhracat için üretim artışı ülkeler için gelişme merdiveninin en alt basamağı olduğu kabul edilmesine rağmen, fakir ülkelerin ihracat oryantasyonunu hala teşvik etmemeleri ayrıca vergi rejimlerini, kısıtlamaları ve ihracat hevesini kıran diğer politikaları sürdürmeleri şaşırtıcıdır. Bu sorun özellikle bazı Afrika ülkelerinde devam etmekte ve bu ülkelerin büyüme performanslarının neden hayal kırıcı olduğunu açıklamaya yardımcı olmaktadır.




İhracat hevesini kaçıran en temel yol, hükümetlerin ihracat üzerine ağır(large) vergiler koymasıdır. Çünkü yüksek ihracat vergisi bir gelir elde etme metodudur, hükümetler bütçe sorunlarını çözmek için bundan etkilenmektedirler. Hükümetler ayrıca bu politika aracını, özellikle sıkça ihracatla ilgilenen politik rakiplerini cezalandırmak için de kullanabilmektedirler. Hükümetler bu yolla topladığı gelirleri kendilerini destekleyenlere dağıtmada kullanabilirler.




İhracat vergilerinin en tehlikeli olanı, yerel paranın yapay değerinin serbest piyasada serbestçe değerlenen yabancı paradan(örneğin dolar) daha fazla olarak hükümetlerce sabitlenen resmi döviz kuru ile gizlenmesiyle olanıdır. Hükümet o zaman karaborsadan temin edilecek büyük miktarda yerel para almak için yasa dışı olarak dolar satacaktır. Resmi döviz kuru ile piyasada serbestçe belirlenen döviz kuru arasındaki fark kara-borsa primi ihracatçı üzerine vergi koyar, çünkü hükümete veya Merkez Bankasına para kazandırmak için resmi olarak belirlenen fiyattan dolar satmaya zorlanırlar ve böylelikle yerel parayla çok düşük fiyatlarla çok daha fazla mal alabilmekteler.




Son on yıldır birçok ülke para(currency) kontrollerinden vazgeçmiş ve karaborsaları tahliye etmiş olmasına rağmen, özellikle Afrika başta olmak üzere fakir ülkelerde bazı kontroller varlığını sürdürmektedir. Bazı ülkelerde, karaborsa priminden elde edilen vergi haczedilmiştir. 1982 yılında Gana, %1000’den daha yüksek karaborsa primine sahipti. Ve böylelikle kakao ihracatçıları(iktidar partisinden olmayan sınıfın mensupları) dünya fiyatlarının sadece %6’sını alıyordu. Böyle bir yüksek vergi oranı altında, Gana’nın kakao ihracatının 1950’li yıllarda GDP’sinin %19’u iken 1982 yılına kadar sadece %3 olması şaşırtıcı değildir.(Easterly, 2001, s.222). 30 yıl boyunca, karaborsa priminin çok yüksek olmasıyla Gana’nın ortalama geliri %30 düşmüştür.




Ekonomik hayattaki bazı kontroller gibi, yüksek karaborsa primi ayrıca yolsuzluğu tüm negatif etkileriyle beslemektedir. Çünkü bu primler fakir ülkelerde yetkililere rüşvet vermeyi veya karaborsa prim vergisi ödemekten kaçınmak için mal kaçakçılığı yapmayı teşvik etmektedir.( Gerçekten de, fakir ülkelerdeki hükümetlerin doğrudan vergilemeden ziyada bu tarz vergileme usulüne sıkça başvurması, hükümet yetkililerine aldıkları rüşvetlerden zengin olmalarına izin veren sebeplerden bir tanesidir.).




Ticari Serbestleşmenin Diğer Faydaları




Globalleşmenin finansal gelişmeyi nasıl desteklediğine odaklanmamıza karşın, ticari serbestleşme ve ihracat oryantasyonunu içeren ticari globalleşmenin, ekonomik büyümenin anahtar sürücüsü olduğunu daha önceki bahsettiklerimize ek olarak unutmamalıyız.14




Kolej öğrencilerinin ilk ekonomi dersinde karşılaştıkları kavram karşılaştırmalı üstünlüklerdir: diğer ülkeyle ticaret yapmak suretiyle, hangi malın üretiminde gerçekten iyiyse, verimliliğin yüksek olması için o malın üretimine odaklanılabilir. Bu yüksek verimlilik daha sonra yüksek ekonomik refaha yolaçar.




Ticari liberalleşme, ekonomiyi büyümeye götürecek olan firmaları verimli olmaya ve daha iyi ürün oluşturmaya zorlayacak ve yurtiçi pazarda önemli düzeyde rekabeti destekleyecektir. Eğer yabancılar daha iyi mal üretirlerse(ithal edilen mal), yurtiçindeki firmalar yurtiçi satışlarını korumak için daha iyi ürünü daha ucuza üretmelidir. Örnek olarak icaretin rekabeti nasıl desteklediğini, 1991 yılına kadar %100 oranında gümrük tarifesiyle araç endüstrisinin korunduğu Hindistan’da görmekteyiz.(ithalat üzerindeki tarife). Hindistan hükümetinin gümrük vergisini birden kaldırınca, Tayvan firmaları Hindistan piyasasının üçte birini ele geçirdi. Geçen on yılda, Hintli firmalar verimliliklerini hemen hemen Tayvanlı firmaların seviyesine ulaştırdı ve yurtiçi piyasasını yeniden kazandı. En sonunda Hintli araç endüstrisi oldukça verimli hale gelerek, yurtdışına mallarını satabilmeye başlamış, ihracatını ciddi düzeylere getirmiştir.15




İthalat üzerindeki engellerin kaldırılması ayrıca ihracatı da ilerletmektedir. İthalat sayesinde artan rekabet sadece yurtiçi piyasaya odaklanmış firmaların kazandığı karları düşürebilmektedir ve böylece doğal olarak güçlerinin daha fazlasını ihracata yoğunlaştırmaktadırlar. Üstelik, ticari liberalleşme ABD örneğinde olduğu gibi, serbest ticaret anlaşmalarıyla gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelere girmesine yardımcı olmakta ve bu durum ise Şili ve Meksika gibi ülkeler için, şayet ABD için aynı şeyleri yaparlarsa, gelişmiş ülkeler(ABD gibi) gümrükleri düşürmeye gönüllü olurlar.




Ampirik bulgular, ticari liberalleşmenin her iki ithalat yapan ve ihracat yapan ülkeler için verimlilik ve ekonomik büyüme üzerideki etkilerini göstermektedir: yaşam süresi beklentisinin ani artışı ile bebek ölümlerinin azalışı arasında bir ilişki tesbit edilmiştir.16 Henüz ekonomide bir örnek olmasına rağmen, ampirik bulgular çok net değil: bazı ekonomistler ticari globalleşme ile büyüme arasında güçlü bir pozitif ilişki olduğunu savunmaktadırlar.17 Yine de, ticari liberalleşme anlayışı ve bunun pozitif etkilerinin olduğunu savunan hakim görüş ben de dahil birçok ekonomisti şu sonuca götürmektedir: ticari liberalleşme sadece bütün ekonomi için değil ayrıca ekonominin kurumsal sektörleri için de yüksek derecede faydalıdır. Ekonomik büyüme sonucu ise bütün botların yükselten, artan bir gelgittir ve fakirliği azaltmak için ciddi bir araçtır.




Fakat ticari liberalleşme benimsenmese bile, varolan yurtiçi üreticilerin zengin ülkelerin piyasalarında mal satma fırsatı, fakir ülkelerin büyümesi için önemli bir büyüme motoru olabilmektedir. Gelişmekte olan ülke hükümetlerinin ihracatı arttırmaları için hayati öneme sahip yöntemlerden biri ulaşım altyapısını sağlayarak ihracatı teşvik etmesidir. Havayolu, denizyolu, tren yolu gibi altyapı işletmelerin mallarını yurtdışına göndermeleri için kolaylık sağlayacaktır. Çünkü yabancıların sizin malınızı almaları için doğal bir tercihleri yoktur, bu yüzden süper rekabetçi olmanız gerekmektedir. Sunduğunuz mallar hem daha kaliteli hem de daha ucuz olmalıdır. Yurtiçi firmalar daha çok verimli(productive) olmaya odaklanmalıdır ve bu verimliliğin artışı7desteklenmesi hızlı ekonomik büyümeye neden olacaktır.




Japonya’nın deneyimi ihracata odaklanmanın başarılabileceğini göstermektedir. 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Japonya çok fakir bir ülkeydi. Ekonomik altyapısı savaşta yok edilmişti. Amerikalıların ve diğerlerinin Japon mallarını almaları konusunda ikna edilmesiyle, Japon firmaları ürettikleri malları Amerikan yapımı muadillerinden daha kaliteli ve daha ucuz üretmek zorunda kalmıştır. Sonuç olarak Japon ihracat endüstrisi verimli ve süper rekabetçi bir duruma gelmiştir. Verimlilik artışı ile ve 2. Dünya Savaşı^ndan 30 yıl sonra Japonya dünyanın en zengin ülkesi olmuştur.




Güney Kore 1990’lı yıllarda krize girmesine rağmen büyük Asya’daki bir başarı hikayesidir. Güney Kore 1990’lı yıllara kadar çok fazla ticari engellere sahipti ve ilk gelişme stratejileri de yurtiçi pazarını yabancılara açmayı içermiyordu. Ancak, ihracat sektörüne rağmen Güney Kore tamamen global piyasada tamamen yerini almış ve bu iştiraki başarısının anahtarı olmuştur. Güney Kore’nin gelişme stratejisi ihracat sektörünü desteklemeye odaklanmıştı. Gerçekten de gelişmekte olan ülkelerdeki tüm başarı hikayeleri(Çin, Japonya, Güney Kore, Singapur, Tayvan, Şili) uluslararası rekabeti test eden ihracat sektörünü kapsamaktadır ve bu ülkelerden bazıları da ticari liberalleşmeyi takip etmişlerdir.




Neredeyse tüm Doğu Asya ekonomilerinde gerçekleşecek büyüme daha az ihracat ve daha çok yurtiçine yönelik üretime dayanan bir denge patikasını muhtemelen takip edecektir. Bazı düzenlemelerin yalnızca bazı ekonomilerin gelişmelerini korumak değil ayrıca global ekonominin dışsal dengesizliklerini azaltmaya gereksinimi vardır. Başta Afrika ve Latin Amerika ülkeleri olmak üzere, dünyanın en fakir ülkeleri, global piyasalara iştirakleri yüksek derecede önceliklidir.




Sadece global piyasalara sarılmak gelişmekte olan ülkelerin yaşam standartlarını yükseltebilir.18 Ticari Liberalleşme yurtiçi firmaları daha verimli lmaları yolunda uyararak ekonomik gelişme içerisinde kritik bir rol oynar. Ve finansal globalleşme ile, yeni gelişen piyasa ekonomilerinde finansal gelişmeye yolaçacak olan kurumlarının gelişmesi teşvik edilecektir. Globalleşme, gelişmekte olan ülkeler için en öncelikli olmalıdır.







Gelişmiş Ülkelerin Rolü




Biz gelişmiş ülkelerdekiler yardım edebilir miyiz? Evet, mal ve hizmet piyasalarımızı yeni gelişen ekonomilere açmayı destekleyerek bunu yapabiliriz. Bu ülkeleri global piyasalara katılımlarını arttırmak için teşvik ederek, onları zengin edebilecek doğru güdüleri yaratırız. Gördüğümüz üzere, ihracatçılar bizim(ABD) piyasamıza girebilme avantajını sağlamak için güçlü güdülere(verimlilik gibi) sahiptir. Böylece büyümek için gereken yatırımı yapabileceklerdir. Ayrıca onlar, kurumsal reformların finansal derinliği arttırma ve finansal sistemin etkin çalışması için bu reformları ileri götürmektedir. Finansal piyasaların iyi işlemesini sağlayarak, ihracatçıların işletmeleri için gerekli olan sermayeye daha çabuk erişmeleri sağlanacaktır.




Piyasalarımızı yeni gelişen ekonomilere açmak, gelişmiş ekonomilerin yeni gelişe ekonomileri başarılı bir duruma getirmek için yardımcı olmaktadır. Fakir ülkelere doğru şartlarda yardım yapmak fakirliği sona erdirmeye yardımcı olabilir. Ancak bu durum ekonomik büyümeyi destekleyecek motivasyonu sağlayamadığından genellikle işe yaramayacaktır. Dağıtmak, hiçbir zaman yardımcı olmak(hand up) kadar etkin değildir.




Eğer ücretlerin düşük olduğu ülkelere mal ve hizmet piyasalarımızda rekabet etmeye izin verirsek, bazıları bizim için endişelenir. Bazı ülkelerin fakir ve işçilerinin verimsizliğini sürdürmesi, bizim yararımıza görünebilir. Fakat 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ve Japonya’nın dönüşümü ve Asya’nın yeni sanayileşmiş ekonomilerindeki 1970 ve 1980’li yıllarındaki hızlı büyüme gösteriyor ki, global ekonomi boyunca yüksek yaşam standartları aslında bizim yararımıza çalışıyor. Ticari partnerlerimizin başarıları yüksek değerli malların ABD ihracatı için büyüyen bir pazar yaratmaktadır. Ve zamanın geçmesiyle yurtdışındaki işçi verimliliğinin artışıyla ücret ve gelirleri de artacaktır. Değişmelerin, globalleşme ile ekonomimize(ABD) ciddi birtakım işçi maliyeti getireceği doğrudur. Bizim global ticari sisteme zarar vermeden bu işçilere yardım edecek politikalar geliştirmemiz gerekmektedir. Bu sisteme zarar vermenin bize maliyeti, bazılarının korumacı düzenlemelerden fayda sağlayabileceği faydalarından daha ağır basacaktır. Ticari liberalleşmeyi desteklemek bizim sadece yarar sağlamamıza değil, ayrıca iyi olmamıza da yerdımcı olacaktır.
















Referanslar

Acemoglu, Daron, Simon Johnson, and James A. Robinson (2001). "The Colonial Origins of Comparative Development: An Empirical Investigation," American Economic Review, vol. 91 (December), pp. 1369-1401.

Acemoglu, Daron, Simon Johnson, and James A. Robinson (2005). "Institutions as the Fundamental Cause of Long-Run Growth," in Philippe Aghion and Steven N. Durlauf, eds., Handbook of Economic Growth, vol. 1, part 1. Amsterdam: North Holland, pp. 385-472.

Ades, Alberto, and Rafael Di Tella (1994). "Competition and Corruption," Institute of Economics and Statistics Discussion Paper Series 169. Oxford: University of Oxford.

Alfaro, Laura, and others (2004). "FDI and Economic Growth: The Role of Local Financial Markets," Journal of International Economics, vol. 64 (October), pp. 89-112.

Armendariz de Aghion, Beatriz, and Jonathan Morduch (2005). The Economics of Microfinance. Cambridge, Mass.: MIT Press.

Bekaert, Geert, Campbell R. Harvey and Robin L. Lumsdaine (2002). "Dating the Integration of World Equity Markets," Journal of Financial Economics, vol. 65 (August), pp. 203-47.

Bhagwati, Jagdish N. (2004). In Defense of Globalization. New York: Oxford University Press.

Bourguignon, Francois, Diane Coyle, Raquel Fernandez, Francesco Giavazzi, Dalia Marin, Kevin O’Rourke, Richard Portes, Paul Seabright, Anthony Venables, Thierry Verdier, and L. Alan Winters (2002). Making Sense of Globalization: A Guide to the Economic Issues, CEPR Policy Paper Series 8. London: Centre for Economic Policy Research, July.

Dell’Ariccia, Giovanni, and Robert Marquez (2006). "Lending Booms and Lending Standards," Journal of Finance, vol. 61 (October), pp. 2511-46.

Demirguc-Kunt, Asli, and Enrica Detragiache (2005). "Cross-Country Empirical Studies of Systemic Bank Distress: A Survey (422 KB PDF)," IMF Working Paper Series WP 05/96. Washington: International Monetary Fund, May.

de Soto, Hernando (2000). The Mystery of Capital: Why Capitalism Triumphs in the West and Fails Everywhere Else. New York: Basic Books.

Dollar, David (1992). "Outward-Oriented Developing Economies Really Do Grow More Rapidly: Evidence from 95 LDCs, 1976-1985," Economic Development and Cultural Change, vol. 40 (April), pp. 523-44.

Dollar, David, and Paul Collier (2001). Globalization, Growth, and Poverty: Building an Inclusive World Economy. New York: Oxford University Press.

Easterly, William (2001). The Elusive Quest for Growth: Economists’ Adventures and Misadventures in the Tropics. Cambridge, Mass.: MIT Press.

Easterly, William, and Ross Levine (2001). "It’s Not Factor Accumulation: Stylized Facts and Growth Models," World Bank Economic Review, vol. 15 (2), pp. 177-219.

Easterly, William, and Ross Levine (2003). "Tropics, Germs, and Crops: How Endowments Influence Economic Development," Journal of Monetary Economics, vol. 50 (January), pp. 3-39.

Edwards, Sebastian (1998). "Openness, Productivity, and Growth: What Do We Really Know?" Economic Journal, vol. 108 (March), pp. 383-98.

Eichengreen, Barry (2001). "Capital Account Liberalization: What Do Cross-Country Studies Tell Us?" World Bank Economic Review, vol. 15 (3), pp. 341-65.

Frankel, Jeffrey A., and David Romer (1999). "Does Trade Cause Growth?" American Economic Review, vol. 89 (June), pp. 379-99.

Glaeser, Edward L., Rafael La Porta, Florencio Lopez-de-Silanes, and Andrei Shleifer (2004). "Do Institutions Cause Growth?" NBER Working Paper Series 10568. Cambridge, Mass.: National Bureau of Economic Research, June.

Goldberg, Linda (2004). "Financial-Sector FDI and Host Countries: New and Old Lessons," NBER Working Paper Series 10441. Cambridge, Mass.: National Bureau of Economic Research, April.

Hall, Robert E., and Charles I. Jones (1999). "Why Do Some Countries Produce So Much More Output per Worker Than Others?" Quarterly Journal of Economics, vol. 114 (February), pp. 83-116.

Harrison, Ann (1996). "Openness and Growth: A Time-Series, Cross-Country Analysis for Developing Countries," Journal of Development Economics, vol. 48 (March), pp. 419-47.

Henry, Peter Blair (2000a). "Stock Market Liberalization, Economic Reform, and Emerging Market Equity Prices," Journal of Finance, vol. 55 (2), pp. 529-64.

Henry, Peter Blair (2000b). "Do Stock Market Liberalizations Cause Investment Booms?" Journal of Financial Economics 58 (1-2), pp. 301-34.

Jones, Benjamin F., and Benjamin A. Olken (2005). "The Anatomy of Start-Stop Growth," NBER Working Paper Series 11528. Cambridge, Mass.: National Bureau of Economic Research, July.

Kaufmann, Daniel, Aart Kray, and Pablo Zoido-Lobaton (1999). "Governance Matters," Policy Research Working Paper Series 2196. Washington: World Bank, October.

Kearl, James R., Clayne L. Pope, Gordon C. Whiting, and Larry T. Wimmer (1979). "A Confusion of Economists?" American Economic Review, vol. 69 (May, Papers and Proceedings), pp. 28-37.

Klein, Michael W. (2005). "Capital Account Liberalization: Institutional Quality and Economic Growth: Theory and Evidence," NBER Working Paper Series 11112. Cambridge, Mass.: National Bureau of Economic Research, February.

Kose, M. Ayhan, Eswar Prasad, Kenneth Rogoff, and Shang-Jin Wei (2006). "Financial Globalization: A Reappraisal (758 KB PDF)," IMF Working Paper Series WP 06/189. Washington: International Monetary Fund, August.

Lee, Ha Yan, Luca Antonio Ricci, and Roberto Rigobon (2004). "Once Again, Is Openness Good for Growth?" Journal of Development Economics, vol. 75 (December), pp. 451-72.

Levine, Ross (2004). "Finance and Growth," NBER Working Paper Series 10766. Cambridge, Mass.: National Bureau of Economic Research, September; forthcoming in Philippe Aghion and Steven N. Durlauf, eds., Handbook of Economic Growth. Amsterdam: North Holland.

Levine, Ross and Sara Zervos (1998). "Capital Control Liberalization and Stock Market Development," World Development 26, pp. 1169-84.

Mauro, Paolo (1995). "Corruption and Growth," Quarterly Journal of Economics, vol. 110 (August), pp. 681-712.

North, Douglass C. (1990). Institutions, Institutional Change, and Economic Performance. Cambridge: Cambridge University Press.

North, Douglass C., and Robert Paul Thomas (1973). The Rise of the Western World: A New Economic History. Cambridge: Cambridge University Press.

Rajan, Raghuram, and Luigi Zingales (2003). "The Great Reversals: the Politics of Financial Development in the 20th Century," Journal of Financial Economics 69 (1), pp. 5-50.

Rajan, Raghuram, and Luigi Zingales (2004). Saving Capitalism from the Capitalists: Unleashing the Power of Financial Markets to Create Wealth and Spread Opportunity. Princeton: Princeton University Press.

Rodriguez, Francisco, and Dani Rodrik (2001). "Trade Policy and Economic Growth: A Skeptic’s Guide to the Evidence," in Ben S. Bernanke and Kenneth Rogoff, eds., NBER Macroeconomics Annual 2000. Cambridge, Mass.: MIT Press.

Rodrik, Dani, Arvind Subramanian, and Francesco Trebbi (2002). "Institutions Rule: The Primacy of Institutions over Geography and Integration in Economic Development," NBER Working Paper Series 9305. Cambridge, Mass.: National Bureau of Economic Research, November.

Sachs, Jeffrey D., and Andrew M. Warner (1995). "Economic Reform and the Process of Global Integration," Brookings Papers on Economic Activity, 1995:1, pp. 1-118.

Schmukler, Sergio L. (2004). "Financial Globalization: Gain and Pain for Developing Countries (307 KB PDF)," Federal Reserve Bank of Atlanta, Economic Review, vol. 89 (Q2), pp. 39-66.

Svaleryd, Helena, and Jonas Vlachos (2002). "Markets for Risk and Openness to Trade: How Are They Related?" Journal of International Economics, vol. 57 (August), pp. 369-95.

Temple, Jonathan (1999). "The New Growth Evidence," Journal of Economic Literature, vol. 37 (March), pp. 112-56.

Wei, Shangjin (1997). "How Taxing Is Corruption on International Investors?" NBER Working Paper Series 6030. Cambridge, Mass.: National Bureau of Economic Research, May.

Weil, David N. (2005). Economic Growth. Boston: Addison-Wesley.

Winters, L. Alan, Neil McCulloch, and Andrew McKay (2004). "Trade Liberalization and Poverty: The Evidence So Far," Journal of Economic Literature, vol. 42 (March), pp. 72-115.

Wolf, Martin (2004). Why Globalization Works. New Haven: Yale University Press.

World Bank (2001). Finance for Growth: Policy Choices in a Volatile World. New York: Oxford University Press.

World Bank (2005). Doing Business in 2005: Removing Obstacles to Growth. Washington: World Bank.

1 Bu makale Frederik S. Mishkin tarafından Finansal Globalleşmede Yeni Persfektifler Konferansı’nda(IMF) 26 Nisan 2007 tarihinde sunulmuştur.

2 Balıkesir Üniversitesi Bandırma İİBF İktisat Bölümü 2005 yılı mezunu

3 Geniş bir literatür, iyi kurumların ekonomik büyüme için önemli olduğunu göstermektedir. Bakınız, örneğin, North ve Thomas(1973); Hall ve Jones(1999); Acemoglu, Johnson ve Robinson (2001); Easterly ve Levine (2001); Rodrik, Subramanian ve Trebbi(2002); Easterly ve Levine(2003); Galeser ve diğerleri (2004); en son çalışma ise Acemoglu, Johnson ve Robinson (2005) tarafından yapılmıştır. Kaufmann ve diğerleri (1999), ayrıca iyi yönetişimin farklı yönlerinin önemine dikkat çekmiştir.

4 Finansal gelişme ve ekonomik büyüme arasındaki bağ üzerine geniş ampirik bulgunun ulaşıldığı teknikdışı metodların kullanıldığı mükemmel bir makaleyi Dünya Bankası’nda bulabilirsiniz.(2001). Ayrıca bk. Levine ve Schmukler (2004).

5 Maliyetlerin işletmeleri ülkeden ülkeye nasıl farklılaştırdığını içeren bir tartışma Dünya Bankası’nda mevcuttur.(2005)

6 Araştırma, yolsuzluklardaki artışın düşük büyüme ile ilişkisini ortaya koymuştur. (örneğin, Mauro, 1995). Wei (1997) ayrıca yolsuzluğun büyüme için faydalı olduğu kabul edilen doğrudan yabancı yatırımları anlamlı derecede düşürdüğünü ortaya koymuştur.

7 Literatürdeki bir makale özenli düzenleyici ve denetleyici kurumların yetersiz olmasının aşırı risk üstlenilmesine ve devamında Demirgüç-Kunt ve Detragiache’nin(2005) çalışmalarında değindiği gibi olası bir bankacılık krizine neden olabileceğine yönelik bir ilişki bulmuştur. Dell’Ariccia ve Marquez(2006) ayrıca ödünç verme patlaması koşullarının bankacılık sistemini daha istikrarsız yaptığını ve büyük olasılıkla bir bankacılık krizine doğru sürüklediğini tartışmıştır.

8 Mikro-finansa ilişkin literatür oldukça geniştir. Esaslı bir çalışma olarak bk. Armendariz de Aghion ve Morduch(2005)

9 Yeni gelişen piyasalarda borsa yabancı sermayeye açıldığında temettü geliri düşer, ortalama hisse fiyatı artar ve likidite yükselir. Bk. Levine ve Zervos (1998); Bekaert, Harvey ve Lumsdaine (2002); ve Henry (2000a,b).

10 Bu tartışma Dünya Bankası (2001)ve Goldberg’in (2004) çalışmalarında mevcuttur

11 Literatürde finansal globalleşme üzerine standart kavramsal taslak kullanan güzel bir tartışma Kose ve diğerlerinin çalışmasında mevcuttur.(2006). Çalışmalar, finansal reformlar, makroekonomik politikalar ve kurumsal gelişme ve diğer taraftan sermaye hesabının liberasyonunda önşartların gerekliliği konusuna ve ardıştırmanın sağlanmasına(basamaklandırma) oldukça spesifik olarak odaklanmıştır.(Eichengreen(2001), Alfaro ve diğerleri(2004) ve Klein(2005)).

12 Çin bankalarının mevduat büyüklüğünün %70’ine sahip olan 4 büyük devlet bankası, özelleştirilmek için şu şekilde sıralanmıştır: Construction Bank, the Bank of China, the Industrial and Commercial Bank ve the Agricultural Bank.

13 Yeni kanun 1 Temmuz 2007 tarihinde yürürlüğe girdi fakat 2008’e kadar devlet girişimlerine uygulanmayacak.

14 Gerçekten de, neredeyse tüm ekonomiler ticari liberalleşmenin iyi birşey olduğunu ve globalleşmenin anahtar faktörü olduğunu düşünmektedirler. Örneğin; Kearl ve Diğerlerinin (1979) çalışmasında, ekonomistlerin %97’si “tarife ve kotaların genel ekonomik refahı azalttığı” konusunda hemfikir olmuşlardır. Ticari liberalleşmeyi savunan tipic görüş Bhagwati tarafından ifade edilmiştir. (2004)

15 Weil’in(2005, s.322) çalışmasından alınan örnek Dollar ve Collier’in(2001) çalışmasında daha kapsamlı ele alınmıştır.

16 Ticari liberalleşmenin büyüme ve fakirlik üzerine olan etkisi konulu literatür oldukça geniştir. Bk. Temple(1999), Bourguignon ve diğerleri(2002), Winters, McCullosh ve McKay(2004); ve Wolf(2004). Yapılan ilk çalışmalarda ticari açıklıkla yüksek büyüme oranları arasında bir ilişki saptamıştır.(Dollar, 1992; Sachs ve Warner, 1995; ve Edwards, 1998). Ancak, bu bulgulardan nedenselliğin yönünü oluşturmak zor olduğundan, diğer araştırmacılar araçsal değişken prosedürlerini kullanarak nedenselliğin yönünü ticari liberalleşmeden büyümeye doğru bulmuştur.(örneğin; Frankel ve Romer, 1999). Farklı bir yaklaşım uygulayarak nedenselliğin yönünü belirlemede, Lee, Ricci ve Rigobon(2004) ticari açıklığın büyüme üzerinde pozitif etkisi olduğu sonucuna ulaşmıştır.

17 Örneğin; Harrison (1996) ve özellikle Rodriguez ve Rodrik (2000).

18 Jones ve Olken’in (2005) çalışmasındaki bulgular bu görüşü destekleyerek, büyümedeki yükselişler temel olarak uluslararası ticaretin büyük ve durağan olmasıyla ilişkilidir.

finansal globalleşme

FİNANSAL GLOBALLEŞME YARARLI MIDIR?

Frederic S. Mishkin
(Aralık 2005)
Çeviren: Ömür Emre Şahin[*]
oemre24@gmail.com








ÖNSÖZ
Bu çalışmanın amacı finansal globalleşmenin gelişmekte olan ülkeler için yararlı olup olmadığını, öncelikle finansal gelişme ve ekonomik büyüme olgularını irdeleyerek, finansal gelişmenin ekonomik büyümeyi desteklemede anahtar bir faktör olup olmadığını tartışmaktadır. O zaman soralım: eğer finansal gelişme oldukça yararlı ise, neden sıkça ortaya çıkmıyor? İşte burada globalleşmenin, özellikle finansal globalleşmenin finansal ve ekonomik gelişmeleri teşvik etmeye yardımcı olup olamadığını irdeleyerek devam edeceğiz.. Ancak, finansal globalleşme ekonomik gelişmeyi herzaman teşvik etmemektedir. Çünkü globalleşme süreci sık sık yıkıcı finansal krizlere neden olmuştur. Bu konu ise, finansal globalleşmenin esasen iyi veya kötü olduğu anlamına gelmez; bilakis bu konu finansal globalleşmenin doğru uygulanıp uygulanmama sorunudur.

Frederic S. Mishkin
Graduate School of Business
Uris Hall 817
Columbia University
New York, NY 10027
and NBER
fsm3@columbia.edu

















I. GİRİŞ

Son 50 yıldır içinde bulunduğumuz globalleşme çağı gerçekten de uluslararası sermaye akışının globalleşmesinin ikinci dalgasıdır. İlk dalga 1870’den 1914’e kadar gerçekleşmiştir. Bu dönemde, GDP içindeki payı 1870’de %10 iken, 1914 yılında %20’nin üzerine çıkan uluslararası ticaret, yıllık olarak %4 büyümüştür.1 Ayrıca 1870 yılında GDP içindeki payı %7, 1914 yılında ise %20’nin üzerine çıkan uluslararası sermaye akımının yıllık artış hızı ise %4.8’e yükselmiştir. Rajan ve Zingales’in “Büyük Dönüşüm” olarak ifade etmesine neden olduğu Birinci Dünya Savaşı’nın gelmesiyle, globalizasyon ilk aşamasını tamamlamıştır. Büyük Dönüşüm’ü takip eden, ekonomik ve politik kabusların gölgesinde yaşanan İkinci Dünya Savaşı günlerinde, savaş galibi müttefikler dünya ticaretini ve refahını artıracak yeni bir uluslararası sistem yaratmaya karar vermişlerdir. Bunun sonucunda ise IMF ve Dünya Bankası olmak üzere 2 finansal kuruluşun yanında, halefi Dünya Ticaret Örgütü(DTÖ) olan GATT(General Agreement of Trade and Tariff) kurulmuştur.

Bu yeni kuruluşlar globalizasyonu desteklemek için kurulmuşlardır ve bu bağlamda oldukça başarılı olmuşlardır. Öncelikle, globalleşmenin hızlı adımlarla geliştiği 1950’li yılların sonuna kadar dünya ekonomisi normale dönmüştü. 1973 yılından günümüze kadar olan süreçte dünya ticareti %11 arttı. Bu safhada, dünya ticaretinin GDP içindeki payı %22’den %42’ye ulaşmıştır.(Estevadeordal ve Taylor, 2002). 1973 yılından bu yana, ülkelerarasında sermaye hareketliliğinde patlama yaşanmış; toplam dünya GDP’sinin %5’i düzeyinden, %21 düzeyine gelmiştir.(Dünya Bankası, 2004). Şu anda globalleşmenin ikinci dalgası içinde bulunduğumuz açıkça görülmektedir.

Ekonomik globalleşme uzun bir yol katetmesine rağmen, özellikle bir boyutta tamamlanmaktan çok uzak durmaktadır. Obstfeld ve Taylor’un belirttiği gibi (2004) finansal globalleşme, esasen zengin ülkeler yararına sınırlandırılmıştır. Son yıllarda uluslararası sermaye akışındaki muazzam artışa karşın(esasen Kuzey-Kuzey akışı), bu sermaye akışının zengin ülkelerden fakir ülkelere olmasından ziyade, çoğunlukla kuzey yarımkürede bulunan zengin ülkeler arasında gerçekleştirilmiştir. Bu sermaye akışının büyük bir kısmı, zengin ülkeler arasında varlık(aktif) değişimi olarak gerçekleşmektedir. Buradaki amaç da zengin ülkelerdeki insanların portföy çeşitlendirmesi yaparak, yani diğer zengin ülkelerdeki varlıkları ellerinde tutarak riski dağıtmaktır. Başka bir deyişle, uluslararası sermayenin büyük çoğunluğu fakir ülkeleri geliştirmek için hareket etmemektedir.

Lucas’ın vurguladığı gibi(1990), bu yönü ile uluslararası sermaye akışı bir paradokstur. Neden sermaye, zengin ülkelerden fakir ülkelere gitmemiştir? İşgücü maliyetinin fakir ülkelerde inanılmaz derecede ucuz olduğunu bilmekteyiz ve bu yüzden de sermayenin buralarda daha verimli olabileceğini düşünebiliriz. Ücret düzeyinin ABD’nin 10’da 1’i düzeyinde olan fakir bir ülkede bulunan çok büyük ve karlı bir fabrikayı düşünün. Böylelikle sermaye, fakir ülkelerde oldukça büyük getiriler elde edebilirlerdi ve o zaman büyük miktarda sermaye akışının, sermaye getirisinin düşük olabileceği zengin ülkelerden, getirinin yüksek olduğu fakir ülkelere akmasını bekleyebiliriz. Bazen bu durumun gerçekleştiğini görüyoruz ve bu durum, sermayenin, getirilerin birbirine yakın olduğu zengin ülkelere doğru akacağı yerde neden son zamanlarda fakir ülkelere doğru hareket ettiğinin açıklaması olmaktadır.2

1990’lı yıllarda çarpıcı bir biçimde artan, yeni gelişen piyasa ülkelerine(gelişmekte olan ülkeler) olan yatırım miktarı günümüzde 300 milyar $ civarında olup, toplam uluslararası sermaye akışı içindeki payı yıllık olarak %20’dir. Bu rakam kulağa çok gelebilir. Hükümetlerin de resme eklenmesi ile gelişmeler daha şaşırtıcı bir hal almıştır. Gelişmekte olan ülkeler gerçekten de zengin ülkelere sermaye göndermektedirler. ABD deniz aşırı mal ve hizmet satışından, çok daha fazla mal ve hizmet satın alması nedeniyle muazzam derecede ticaret ve cari açık vermektedir.(600 milyar $ civarında). Bu açık ise yabancılardan borç alınarak finanse edilmektedir. Bu borcun yıllık 200 milyar $’ını gelişmekte olan ülkelerden borç olarak almaktadır. Örneğin: Çin Hükümeti yaklaşık olarak 800 milyar $ kadar biriktirdiği yabancı varlığı ile ABD Hazine tahvillerini dünyadaki en büyük sahiplerindendir.

Dikkate değer başka bir nokta ise Kuzey-Güney sermaye akışının toplam sermaye akışına oranı globalleşme çağının ilk dönemi olan 19. yy sonu ve 20. yy başındaki düzeyinden daha küçük boyutlarda olmasıdır. 1914 yılına kadar, Arjantin’deki sermayenin yarısı, başta Büyük Britanya olmak üzere zengin ülkeler tarafından sunulmuştur. (Taylor, 1992, Obstfeld ve Taylor, 2004). Bugün ise Arjantin sermayesinin %6’sından az miktarı yabancılar tarafından sunulmaktadır.3 Sermaye akımı modelindeki bu değişim Arjantin örneği ile sınırlı değildir. 1913 yılında yabancı sermayenin ¼’ü, kişi başına düşen GDP’si ABD’nin 1/5’i olan ülkelere akmıştır. Bu rakam 1997 yılında 1/20’ye düşmüştür. (Obstfeld ve Taylor, 2004)

Finansal globalleşme bu yüzden tamamlanmaktan uzaktır. Ekonomistler arasında mal ve hizmet ticaretinin globalleşmesi tartışmalı değilken, finansal globalleşme oldukça tartışmalıdır.(ekonomistler, üzerinde anlaşmaya vardıkları birçok noktadan biri olan uluslararası ticaretin globalleşmesinin arzuedilebilir4 olduğuna işaret etmişlerdir.). Joseph Stiglitz, “Küreselleşme, Büyük Hayal Kırıklığı” adlı kitabında globalleşmenin ciddi anlamda eleştirisini yapmıştır. Çünkü o, finansal piyasaların yabancı sermayeye açılmasının, yeni gelişen piyasa ekonomilerinde bir çöküşe neden olabileceğini görmüştür. Hatta globalleşmeyi savunan seçkin ekonomistlerden biri olan Jadgish Bhagwati “Globalizm Savunması’ adlı yayınlanan son kitabında (2004) yeralan şu cümlesi ile, finansal globalleşmeye şüphe ile yaklaşmıştır: “fakat sermayenin serbest hareketinden sağlanan büyük kar iddiası ikna edici değil”(ayrıca bknz. Bhagwati(1998) ve (2002)). Dünyanın seçkin finansçılarından olan George Soros ise “Kureselleşme Üzerine” adlı kitabına “Global Kapitalizmin Eksiklikleri” başlığı altındaki bölümüyle başlar.(Soros, 2002). 5, 6

Acaba yeni gelişen piyasa ekonomilerindeki finansal sistemin dünyadaki diğer ülkelere entegre edilmesiyle finansal globalleşme teşvik edilebilir mi? Acaba finansal globalleşme bu fakir ülkeler için yararlı olacak mı?

Bu makale öncelikle finansal gelişme ve ekonomik büyüme olgularını ve finansal gelişmenin gerçekten de ekonomik büyümeyi destekleyen anahtar bir element olup olmadığını irdeleyerek yukarıdaki sorulara bazı cevaplar vermeye çalışacaktır. Daha sonra finansal gelişme bu kadar yararlıysa neden bunu sıkça göremiyoruz sorusunu irdeleyeceğiz. Sonraki bölüm, özellikle, finansal türde globalleşmenin finansal ve ekonomik gelişmeleri teşvik edip etmediğini ve bu konudaki olumlu tartışmalarla devam edecek. Ancak, finansal globalleşme, sık sık yıkıcı krizlere yol açması nedeniyle herzaman ekonomik gelişmeyi teşvik etmemekte, böylelikle de, sorun esas olarak finansal globalleşme iyi mi kötü mü olduğu ve doğru olarak uygulanıp uygulanmadığıdır.


II. FİNANSAL GELİŞME VE BÜYÜME: BULGULAR

Finansal sistemin önemli rolü bazı kamu görevlilerince iyi anlaşılmış değildir. Bununla birlikte, bu finansal profesorler ne üretiyorlar? Yapılan yüksek ödemelerden, elde edilen somut hiçbirşey yok. George Bush’un, görevi finansal piyasalara ilişkin politikaları düzenlemeyi içeren ABD Hazine Birinci Sekreteri olan Paul O’Neill bu bilgisizliği Hazine Sekreteri olmadan kısa bir süre önce yaptığı bir röportajda, nakit piyasasına iştirak edenlerin değerlerini şu sözlerle küçümsediğinde göstermiştir: “dünya nakit piyasasında kar sağlayan insanlar spekülatörlerdir ve bildiğim kadarıyla fazla yararlı bir değer sağlamamaktadırlar.”7 Ekonomik gelişmede finansın önemi ekonomistler tarafından sıkça göz ardı edilmiştir. Örneğin; ekonomik büyüme üzerine olan üniversite ders kitabında Weill(2005) finans ve büyüme arasındaki bağlantıdan hiç söz etmemiştir.

Finans neden ekonomik büyüme için bu kadar önemlidir? Bu sorunun cevabı şudur: finansal sistem ekonominin beyni gibidir: finansal sistem sermayeyi bina, fabrika, ev ve yollara dağıtan bir kordinasyon mekanizmasıdır. Şayet sermaye yanlış kullanımlara yönlenirse veya hiç dolaşmasa, ekonomi verimsiz işleyecektir ve ekonomik büyüme çok yavaş olacaktır. Ahlaki olan hiçbir çalışma sermayenin hatalı dağıtılmasını telafi edemez. Sıkı çalışmak bir ülkeyi zengin yapmaz. Çünkü doğru miktarda sermayeden yoksun olarak çalışan çalışkan işçiler üretken olamazlar. Beyin, kaslardan daha önemlidir ve benzer olarak verimli bir finansal sistem ekonominin başarısı için sıkı çalışmaktan daha önemlidir.

Bulgular gösteriyor ki; finansal gelişme ve ekonomik büyüme arasında oldukça güçlü bir bağ vardır.8 Öncü bir çalışma olan, King ve Lavine’in (1993) 80 örneklem ülke üzerinde yaptığı araştırma neticesinde finansal sektörün 1960 yılında genişlediğini(derinleştiğini)9, sonraki 30 yılda daha da genişleyeceği sonucuna ulaşılmıştır. Daha sofistike teknikler kullanılan sonraki çalışmalar ise bulguları doğrulamış ve az gelişmiş ülkelerdeki özel kredilerin ikiye katlandığına ve bu durumun ekonomik büyümeyi yıllık 2 puan (%) arttırdığına dikkat çekmiştir.(örneğin; Levine, Loayza ve Beck, 2000). Bundan başka, daha çok dış fon kaynaklarına bağımlı ve bu yüzden de finansal derinlikten yarar sağlayan endüstri ve firmalar finansal anlamda gelişmiş ülkelerde büyümenin daha hızlı olduğunu bulmaktadırlar.(Rajan ve Zingales, 1998, Demirguc-Kunt ve Maksimoviç(1998)). Benzer bir şekilde, ülkelerde finansal sistemin gelişmesiyle daha çok firma kurulur.11 Bulgular ayrıca, finansal gelişme yoluyla büyümenin artırılmasının, daha yüksek yatırım yapmaktan ziyade, sermayenin dağıtılmasında daha yüksek toplam faktör verimliliği üreten ilerlemeler aracılığı ile olmasını önermektedir.(Beck, Loayza ve Levine, 2000 ve Levine, 2004). Honohan’ın (2004) değindiği gibi, “finans ve büyüme arasındaki nedensel bağlantı, son 10 yılda açığa çıkarılan ampirik makroekonomik ilişkilerin en çarpıcı olanlarından birisidir.”12

Finansal derinleşmenin, ekonominin büyüme oranını artırmasına rağmen, bu artışın, daha büyük bir muhtemel gelir eşitsizliğine yol açması nedeniyle, fakirlik düzeyi aynı oranda kalabilir hatta artabilir de. Bununla birlikte, bu durum bir araştırma bulgusu değildir. İyi düzeyde finansal gelişmenin olduğu ülkelerde nüfusun en fakir %20’sinin geliri kişi başına düşen GDP artış hızından daha hızlı artmaktadır.(Hongyi, Squire ve Zou, 2001, Beck, Demirguc-Kunt ve Levine, 2004, Honohan, 2004). Bu durum , finansal gelişmenin fakirliği azaltması ve hatta çocuk işçilerin kullanılmasının bile azalması ile ilişkili olduğu açıkça göstermektedir. (Dehejia ve Gatti, 2002). Bu bulgu tam bir ekonomi teorisi önerisidir. Çünkü finansal gelişme fakirin kredi imkanını arttırır; üstelik fakirler zenginlerden daha az kredi imkanına sahip olma dezavantajına sahiptirler.(Banerjee ve Newman, 1993, Galo ve Zeira, 1993, ve Aghion ve Bolton, 1997).


III. FİNANSAL GELİŞMEYİ ENGELLEYEN FAKTÖRLER NELERDİR?

Faydalarına rağmen fakir ülkelerde finansal gelişme sık yaşanmamaktadır. Çünkü fakir ülkeler sistemleri asimetrik bilgi sorununu halletmede şiddetli engellerle karşılaşmaktadırlar.

Teminatın Zalimliği

Teminat(karşılık), genellikle finansal sisteme ve çoğunlukla bankalar gibi finansal aracılara yardımcı olan ve ters seçim ve ahlaki tehlikenin(moral hazard) asimetrik enformasyon sorunlarının minimizasyonu açısından kritik bir araçtır.

Ters seçim(fiyat politikasının yalnızca en az tercih edilen müşterilerin işlem yapmasına yol açması durumu: örneğin, sigorta primlerinde artış sonucu yalnızca en yüksek risklere karşı sigorta yaptırılması gibi) işleyen finansal piyasaya ancak borçluların borcunu ödeyemediği ve bundan dolayı borç verenlerin rahatsız olduğu durumlarda müdahale etmektedir. Teminat, ters seçimin sonuçlarını azaltır. Çünkü, eğer borçlu borcunu ödeyemeyecek duruma gelmişse, alacaklı bu temniatı satabilir ve verdiği borçtan dolayı gördüğü zararı böylelikle tazmin edebilir. Örneğin, bir hanehalkı mortgage ödemesinde acze düştüğünde alacaklı kişi eve karşılık bir mülkiyeti alabilir ve bu aldığı mülkiyeti ise açık artırma ile satarak borcun ödenmesinde kullanabilir. Alacaklılar böylelikle, alacaklarını teminat ile güvence altına aldıklarından dolayı borç vermeye; borç alanlar ise teminat vermeye daha çok istekli olurlar. Çünkü borç veren için riskin azalması muhtemelen onları daha çok borç verme durumuna getirecektir belki de daha iyi bir borç oranı oluşturacaktır.

Teminat ayrıca borçluları daha çok risk alma güdülerini azaltarak ahlaki tehlike(borçlu önce borcu alıyor ancak bu parayı geri ödeme durumu muhtemelen daha az) problemini azaltmaktadır. Bir borçlu aldığı borca karşılık bir teminat verdiğinde, o borçlu eğer borcunu geri ödemezse daha çok şey kaybetme riskine sahiptir ve bu yüzden borçlu kişi, borcunu ödeyemeyip teminatını kaybedebileceği riskli faaliyetlere girişirken daha tereddütlü davranır.

Teminat hanehalkı ve işletmeler için borç sözleşmelerinde yaygın bir kullanıma sahip olduğu halde, sermaye, arazi gibi fiziki varlıkların teminat olarak kullanılması sonucunda, kişi bunlara yasal olarak sahip olmak durumundadır. Ne yazık ki; De Soto’nun(2000) çalışmasındaki gibi, fakir az gelişmiş ülkelerdeki bu tür işlemler(teminata yasal olarak sahip olma işlemleri) oldukça maliyetli ve zaman alıcıdır. Örneğin; Filipinler’de bir kentte ikamet eden kişi bir mülkiyeti edinmek için, 168 adet bürokratik aşamayı 53 resmi ve özel kurum(agency) gezerek elde etmektedir. Bu işlemler ise 13-25 yıl arası bir zaman almaktadır. Aynı işlem Mısır’da 77 aşama ve 31 kurum gezerek 5-14 yıl arasında tamamlanmaktadır. Haiti’de hükümet arazisini yasal olarak satın almak için, sıradan bir vatandaş 19 yıl sürecek 176 aşamadan geçmesi gerekmektedir.13 Bütün bu engeller fakir yatırım yapamaz anlamına gelmemektedir en tabii. Hernekadar onlar yasal mülkiyetleri olmasa da hala bina inşa etmekte ve tesis donatımı (makina, teçhizat...) satın almaktadırlar. Gerçekten de, sermaye miktarı muazzam derecede olup, De Soto’nun hesaplamalarına göre “fakir üçüncü dünya ülkeleri ile komünist düzenin yıkılmasından sonra ortaya çıkan devletlerin yasal olarak sahip olduklarını saymazsak gayrimenkullerin toplam değeri en az, 9.3 trilyon $ tutmaktadır.”(De Soto, 2000, sf.35)

Yasal mülkiyet olmadan, hiçbir mülkiyet borçlanmada kullanılamaz. Çünkü borç verenler genellikle fakirlerin tasarruf ve harcama alışkanlıkları hakkında pek az bilgiye sahiplerdir ve yasal bir teminat ise fakirlere borç verenlerin gönüllü olmalarının tek yolu, tek nedenidir. Fakat fakirlerin sahip olduklarının çoğunun yasal olmaması nedeniyle, borç alan bu kişilerin borcunu ödeyememe durumunda teminat gösterecekleri sermayenin devri hususunda da yasal bir kontrat hazırlanması için başka bir yol yoktur.

Hatta insanlar yasal kayıtlı mülkiyete sahip olduklarında bile, az gelişmiş ülkelerin çoğunda yasal sistem oldukça verimsizdir; teminat değerleri oldukça az görünmektedir. Tipik olarak, kreditörler öncelikle borcunu ödeyemeyenleri sonuçlanması yıllar alacak olan mahkeme yoluna başvuracaktır ve sonra, önce adil bir yargılama olacak ve kreditör teminat mülkiyetini elde edebilmek için borçluyu tekrar mahkemeye verecektir. Bu süreç genelde 5 yıldan fazla bir zaman almaktadır ve bu süreçte kreditör teminatı kazanmadan önce, muhtemelen teminatın üzerine gidilmeyecek ve böylelikle mahkeme sonucunda düşük bir değerde teminatın sahibi olacaktır. Hatta, hükümetler tarım gibi politik öneme sahip olan sektörlerde borcunu ödemeyen borçlularından teminatı elde eden kreditörleri genelde bloke ederler: yani teminat gösterilen mülkü kreditörlere vermeyebilirler(dondurabilirler).

Finansal sistemin teminat aracının etkin olmadığı yerlerde, ters seçim sorunu daha kötüye gitmektedir. Çünkü, borç veren, iyi borcu kötü borçtan ayırabilmesi için borçlanan hakkında daha çok bilgiye ihtiyaç duyacaktır. Sonuç ise çok az miktarda borçlanma olacaktır. Özellikle bu etki, mortgage gibi teminat içeren bir borçlanma için çarpıcı bir etkidir. Örneğin Peru’da mortgage kredilerinin değerinin ekonominin büyüklüğüne oranı ABD’de olduğu gibi %5’den daha küçüktür.(Inter-Amerikan Development Bank, 2004)

Fakir, borç elde etmek için 2 kat daha fazla zaman tüketmelidir. Çünkü onlar yasal bir sisteme çok az geçebilmişlerdir ve bu yüzden çok az yasal teminat teklifi yapabilmektedirler. Bu durum ise Rajan ve Zingales(2002) tarafından “Teminatın Zalimliği” olarak nitelendirilmiştir. Hatta fakir insanları bir işletme için güzel bir fikre sahipken ve çok çalışmaya gönüllüyken, bu fikir isteklerini finanse edecek fonları elde edememektedirler. Bu durum ise onların fakirlikten kurtulmasını zorlaştırmaktadır. Fakir insanlar için teminat eksikliğinin zalimliği(tranny) batıda sıkça anlattığımız “fakirken zengin olma”(rags to riches) hikayesinin gelişmekte olan ülkelerde neden pek seyrek görüldüğünün bir nedenidir.


Sınırlayıcı Sözleşmelerin Uygulanmasında Yasal Sistemin Yetersizliği

Kötü bir şekilde oluşturulan bir yasal sistem(hukuk sistemi) ayrıca, borç alanların aşırı risk üstlenmesinde ahlaki tehlikeyi azaltabilen sınırlayıcı sözleşmelerin uygulanmasını daha da güçleştirmektedir. Üstelik, eğer yargı politik anlamda güçlü ve zenginlerin avcunun içindeyse, hakimler daha az güçlü olanlar adına, bu sınırlayıcı sözleşmeleri uygulamada gönülsüz davranabilirler. Sonuç olarak kreditörler, borç alanların riskini azaltacak olan, daha çok sınırlı kabiliyete sahip olacaklardır ve borç vermeye daha az gönüllü olacaklardır. İflas işlemlerinin iyice gelişmediği ve kreditör haklarının güçsüz olduğu yerlerde, firmalara daha az borç verildiği bulguları mevcuttur.(La Porta, Lopez-de-Silanes, Shleifer ve Vishny, 1997, 1998, ve Claessens ve Klapper, 2002). Böylece de, ekonomide çıktı düzeyi ise daha az miktarda verimli yatırım ve daha düşük büyüme oranı olacaktır.

Yasal sistemin temel düzenlemesi ekonomik büyümenin konusudur. Hakimler tarafından sürekli olarak yeniden yorumlanan Genel Hukuk Sistemi, mülkiyet haklarını daha çok korumaya ve sınırlayıcı sözleşmelerin uygulanmasını daha basit kılmaya varmaktadır. Örneğin, şirketlere ortak olan hisse sahiplerinin ve de kreditörlerin hakları Anglo-Saxon hukuk sisteminde, ilk defa Fransa’da gelişen ve ayrıca bazı ülkelerde kullanılan Napolyonik hukuk sisteminden, oldukça güçlüdür. Ülkeler, bazı yerlerde Alman veya İsveç sistemlerini kullanıyorlarken, yasal sistemlere sahip ülkelerin sistemleri, finansal ve ekonomik büyüme açısından Napolyonik kanundan türeyen, yürürlükten kaldırılan(outperform) İngiliz Genel Hukukundan(common law) oluşturulmuştur.(La Porta, Lopez-de-Silanes, Shleifer ve Vishny, 1997, 1998, ve Beck ve Levine, 2004)

Daha da önemlisi ülkelerde yürürlüğe konulan yasal sistemin iyi olarak nasıl işleyeceğidir. Karaip gibi, Afrikan ve Hindu yan kıtası gibi bazı koloniler Avrupalıların büyük çoğunluğu tarafından yerleştirilememişlerdir. Bunun nedeni, yerel hastalıklardan ötürü ölüm oranları çok yüksek olmasıydı. Bu kolonilerde kullanılan yasal sistemler az sayıda Avrupalının fayda sağlaması için modifiye edilmiş ve böylelikle bu kolonilerin kaynaklarını ve yerel nüfusunu sömürebilmişlerdir.14 Sonuç olarak, bu ülkelerdeki yasal sistemler ortalama bir kişinin mülkiyet haklarını korumada başarıya ulaşamamıştır ve bu durum büyümede ciddi bir handikapa neden olmuştur. Başka bir deyişle, büyük sayıda Avrupalı Kuzey Amerika’da olduğu gibi bir koloni içine yerleşebilselerdi, evsahibi ülke tarafından sömürüye daha iyi derecede direnebilirlerdi.(Amerikan Devrimi bu olayın üzücü bir göstergesidir). O zaman yasal sistem, mülkiyet haklarını daha iyi koruyabilmede ve yüksek ekonomik büyümenin desteklenmesinde daha etkili sonuca ulaşırdı.(Acemoğlu, Johnson ve Robinson, 2001)15 Gerçekten de, Avrupalıların farklı biçimlerde yerleşmesi ile sonuçlanan yasal sistemdeki farklılık önceki kolonilerderki kişi başına gelir farklarının %75’ini açıklayabilir.16

Kolonilerin yerleştirilmesindeki farklılık, yasal sistemleri İngiliz sistemi temelinde olan(mülkiyet haklarının korunması üzerine vurgu yapılarak) bu ülkelerin neden böyle bir ekonomik gelişme farkına sahip olduğunu açıklamaktadır. Birçok Avrupalının yaşadığı ABD, Kanada ve Yeni Zelanda oldukça etkili bir yasal sistem oluşturmuşlardır ve zengin olmuşlardır. Öbür taraftan, çok az sayıda İngiliz’in yaşadığı Jamaika, Hindistan, Pakistan ve Nijerya gibi ekstra İngiliz kolonileri ise oldukça düşük düzeyde etkili bir yasal sisteme sahip olmuşlardır ve fakir kalmışlardır.


Hükümetçe Yönlendirilen Krediler

Gelişmekte olan ülkelerdeki ve geçiş ülkelerindeki hükümet liderleri kredileri kendilerine, yakın dostlarına veya ekonominin favori sektörlerine yönlendiren programlara sahiptirler. Hükümetler, suni olarak düşük oranda borç türleri oluşturmak için finansal kuruluşlarda sözde gelişmeler yaratarak veya varolan kuruluşları borç vermeleri için belli varlıklara(araçlara) yönlendirerek fon akışına yön verebilirler. Özel kurumlar ters seçim ve ahlaki tehlike sorunlarını çözecek güdülere sahiptirler ve işte o zaman oldukça üretken yatırım fırsatlarıyla borç vermektedirler: eğer ödünç verme işlemini yerine getirmezlerse, kar elde edemezler. Hükümetler ise kar amacından ziyade politik saygınlığa önem verdiklerinden, verdikleri borçları dürüst firmalara verdilerinden emin olmak için daha az motivasyona sahiptirler. Onların programları ekonomi için yüksek bir büyüme sağlayacak sektörlere, muhtemel olmayan(başarı olasılığı olmayan) fon kanalları açmaktır.(Kane, 1977). Bunun sonucunda ise çıktı, muhtemelen daha az verimli yatırım ve düşük büyüme olacaktır.

Bazı gelişmekte olan ülkelerde ve geçiş ülkelerinde hükümetlerin ayrıca banka sahipleri ve devlet bankaları aracılığı ile fonları etkin bir biçimde yönlendirmesi çok yaygındır. Yineliyorum; kar güdüsünün olmaması nedeniyle, bu devlet bankaları kendi sermayelerini çok verimli alanların kullanımına dağıtma adına oldukça düşük güdülenmeye sahiptirler.17 Gerçekten de, bu devlet bankalarının ana borç müşterisi, sıkça, aldığı borcu bilgelikle kullanmayan hükümetlerdir. 1970’li yıllarda devlet bankacılığının gelişmesi düşük finansal gelişme ve düşük büyüme ile ilişkilendirilmektedir. Ve bu etki fakir ülkeleraçısından daha fazla geçerlidir.(La Porta, Lopez-de-Silanes, Shleifer, 2002, ve Barth, Caprio ve Levine, 2001). Devlet sahipliğinin genişlemesi ayrıca rekabet-dışı olmaya eğilim göstermiştir. Bu durum ise daha büyük payda fonların daha büyük firmalara gitmesine yol açmış, ve devamında ayrıca finansal istikrarsızlığın ve bankacılık krizlerinin gerçekleşmesinin de güçlü olasılığı olmuştur. (Caprio ve Martinez-Peria, 2000, La Porta, Lopez-de-Silanes, Shleifer, 2002, ve Barth, Caprio ve Levine, 2002). Devlet bankacılarının olumsuz özellikleri, Dünya Bankası’nı şu şekilde bir sonuç çıkarmaya sevk etmiştir: “temel amaçlar her ne ise, devlet temelinde olan bankalar düşük oranda büyümeye katkı sağlamakta ve bu surette finansal sektör gelişiminin büyümesini önlemektedir”(2001, s.123)


Azgelişmiş Düzenleyici Sistemin Şeffaflığı Teşvik Etmesi

Hükümet düzenlemeleri finansal piyasalarda varolan bilgi miktarını artırmak suretiyle şeffaflığı teşvik edebilir. Birçok gelişmekte olan ülke ve geçiş ülkesi, ne yazık ki, piyasaya yeterli bilgiyi tedarik edilmesini geciktiren az gelişmiş düzenleyici araçlara sahiptir. Örneğin, bu ülkeler, sıkça, zayıf muhasebe standartlarına ve zayıf düzeyde açıklama(disclosure) gereksinimine sahiptirler ve bu durum borçlananların bilanço verilerinin özelliklerini tesbit etmekte güçlük yaratmaktadır. Sonuç olarak, asimetrik bilgi sorunları oldukça katıdır ve finansal sistemin, fonları verimli kullanımlara kanalize etmesini katı bir biçimde engellemektedir.

Zayıf mülkiyet haklarının kurumsal çerçevesi, teminat eksikliği, kredi programlarını yönlendirme ve banka sahipliği yoluyla devletin müdahalesi, verimsiz hukuki sistem, ve şeffaflığa destek amacıyla hükümetin zayıf, yetersiz düzenlemesi hepsi birden birçok ülkenin neden fakir kaldığını ve zenginlerin neden zengin olduğunu anlatmaya yardımcı olmaktadır.


Çin Aykırı Bir Örnek mi?

Elimizde kurumsal gelişmenin önemine ilişkin muhtemel bir örneğimiz var: Çin. 1976 yılında Mao Zedong’un vefatında sonra, Hanehalkı Sorumluluk Sistemi, Kasaba-Köy Girişimleri yöntemleriyle mülkiyet haklarının gelişmesinde büyük adımların atılmasına rağmen, Çin’in mülkiyet hakları, yasal sistemi ve şeffaflığı gelişmiş ülkelerin standartlarına nazaran tamamen zayıf kalmıştır. Çin, henüz dünyada son yirmi yılın en yüksek büyüme oranlarından birini yakalamıştır. Acaba Çin nasıl oluyor da, bu zayıf kurumlar ve devletin faaliyet gösterdiği bankalarla bu kadar başarılı olabiliyor?

Öncelikle Çin’in gelişme basamaklarının daha başında olduğunu unutmamamız gerekmektedir ve satınalma gücü paritesi ile kişi başına düşen geliri hala ABD’nin sekizde biri kadardır.18 Son yirmi yılda ortalama %39 olan muazzam yüksek bir tasarruf haddi ile, kendi sermaye stoğunu hızlı bir şekilde oluşturabilmiş ve kendini geçindiren ve kendisinden az faydalanılan büyük miktarda işgücünü(tarım sektöründe çalışan), sermayeyi kullanarak yüksek verimli alanlara kaydırmıştır. Henüz mevcut tasarruflar yüksek verimli alanlara dağıtılmamış olsa bile, sermayedeki büyük artış, işgücünü tarım sektöründen verimli sektörlere kaydırarılması yolu ile verimlilikte sağlanan fayda ile kombine edilmesi, yüksek bir büyüme için yeterli olmuştur.(Hanohan, 2003).

Çin’in zenginleşmesi ile bu strateji daha fazla yürümemiştir.19 Sovyetler Birliği bu hususta canlı bir örnektir. 1950 ve 1960’lı yıllarda Sovyetler Birliği Çin ile benzerlikler göstermekteydi. Onlar da yüksek tasarruf hadleri ile ve tarımdaki düşük verimli işçilerin imalata kaydırılması ile yüksek büyümeye sahip olmuşlardı.(Weitzman, 1970). Bu büyüme aşaması boyunca Sovyetler Birliği sermayenin verimli bir şekilde dağıtılması için kurumlarını geliştirmekte olanaksız kalmıştır. Kıt kanaat geçinen işçiler tüketilmiş, Sovyetler Birliği’nin büyümesi çarpıcı bir biçimde yavaşlamış ve Batı’ya ayak uydurma yolunda yetersiz kalmıştır. Bugün kimse Sovyetler Birliği’nin ekonomik başarı hikayesi olduğunu düşünmez, ayrıca büyümeyi sürdürmesi için kurumlarını geliştirmelerinin yetersizliği ise eski süper gücün sona ermesinde önemli bir faktör olmuştur.

Eski Sovyetler Briliği ile Çin arasında paralellikler olmasına rağmen, konu kapsamında birbirlerinden çok uzak tutmamaya da özen göstermemiz gerekmektedir. Sovyetler Birliği’nin aksine, Çin canlı bir üretim ihracat sektörüne sahip olup; Hanehalkı Sorumluluk Sistemi veya Kasaba-Köy Girişimleri gibi mülkiyet hakları hususunda yenilikçi yaklaşımları da bulunmaktadır. Çin’in Sovyetler Birliği’nin karşılaştığı aynı sorunlarla karşılaşacağı da açıklıktan uzaktır. Sovyetler Birliği deneyimi, Çin’in henüz bu satıhın dışında olmadağını ve Çin’in görünümü(prospect) için bazı arzuların hafifletilmesi gerektiğini öne sürmektedir.

Çin örneği, gelişmenin erken aşamalarında, kurumsal zayıflığa rağmen ekonomik büyümenin hızlı olabileceğini ileri sürmektedir. Büyümenin sonraki aşamasına ve sonunda zengin ülkelerin grubuna gimeye erişmek için, Çin’in sermayeni daha iyi dağıtması gerekmektedir. Bu ise sermayeyi verimli alanlara dağıtan finansal sisteme yön vermekte olan kurumların gelişmesinden geçmektedir. Çin’in liderliği bu düellonun iyice farkındadır fakat başarıya ulaşıp ulaşamayacakları ise açık bir soru işaretidir.


IV. FİNANSAL BASKININ SEBEBİ KİMDİR?

Şu anda görmekte olduğumuz ekonomik büyümenin ve fakir ülkelerdeki fakirliğin azalmasının önünde katı bir engel olan finansal baskı olarak adlandırılan azgelişmiş ülkelerin finansal sistemini görmekteyiz. Bu baskı neden oluşur? Finansal gelişmede çok büyük karlar varsa neden her ülke büyüme ve refah konusunda basamak atlamak için düzenli finansal kurumlara sahip değil?

Bir cevap olarak; finansal fonksiyonların iyi çalışması için bilginin dolaşımını kolaylaştıran yasal düzenleyici kurumların inşa edilmesi kolay değildir. Bu tarz kurumların gelişmesi gelişmiş Batı’da yüzyıllar almıştır.20

Bu cevap hikayenin bir kısmını yanıtlasa da memnun edici bir cevap değildir. Yasal ve düzenleyici kurumlar gelişmiş ülkelerde çoktan geliştiği halde, neden hemen onlardan alınamıyor? Gerçekten de, bu durum Japonya’nın ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Meiji Düzenlemesi’nden sonra yaptığı şeydir. Bu durum ayrıca, Tayvan, Singapur ve Hong Kong gibi Doğu Asya ülkelerinin gelişme patikalarının bir özelliğidir. Bu kurumları oluşturmakta teknik asistanlık gelişmiş ülkelerden ve ayrıca Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlardan sağlamak mümkündür.

Bir açıklama şudur: finansal gelişmedeki faydaları, maliyetlerin gelişme sürecini engelleyebilen dar bir grup üzerinde yoğunlaşması mevcut olduğu halde, nüfusun geniş bir alanına dağıtılmıştır. Verimli finansal sistemin faydaları genişçe dağıtılmıştır: mortgage sistemiyle yeni ev alabilecek genç çiftlere, bedelini otomobil kredisi ile finanse edebilecek yeni otomobil sahiplerine, yeni işletme açabilecek olan girişimcilere sermaye sağlayarak, ve yeni ürün üretimi yatırımı yapacak olan şirketlere. Diğer taraftan , finansal gelişmeden zarar gören ve bu yüzden de gelişme sürecini engellemeye çalışan güçlü gruplar da mevcuttur.

Bu gruplardan biri, finansal baskının birincil kaynağı olan hükümettir. Güçlü mülkiyet hakları finansal gelişmede kritik bir element olduğu halde, hükümetler faydalanmak istedikleri zaman kamulaştırma yapma yeteneklerini sınırlandırmaktadır. Yöneticilerinin ülkelerine kendi şahsi toprakları olarak bakan Saddam Hüseyin’in Irak’ından Robert Mugabe’in Zimbabve’sine, Suharto’nun Endonezya’sına, açgözlü hükümetler görülmüyor değildir. Hükümet yetkilileri, hatta oldukça demokratik olan hükümetler bile, devletin gücünü, zengin olmak için sıkça kullanmaktadırlar. Bu durumda, bazı hükümetlerin mülkiyet haklarını korumaya yönelik kanunlarla teşvik edeceği yerde onlara sahte bir bağlılık göstermeleri sürpriz değildir.

Devlet sahipliğindeki finansal kurumlar daha düşük verimli finansal sisteme yol açtığı halde, bu durum politikacıları ve hükümet yetkililerinin fon kanallarını ya kendi ailelerine, yakın arkadaşlarına ya da kendi politik kampanyalarını destekleyen şirketlere aktarmalarını mümkün kılmaktadır. Böylelikle devlet bankalarını kurmak ve desteklemek için güçlü güdülere sahip olmaktadırlar. Politikacılar sık sık devletin sahip olduğu bu bankaların fonları kamu mallarını en fazla üretilebileceği yerlere yönlendirdiğini söyleyerek, bu kurumlara olan desteklerini ifade etmektedirler. Ancak gerçek şudur ki; devlet sahipliğindeki finansal kurumlar politikacıların hem zenginliğini hem de gücünü artırmaktadır.


Sahip-Temsilci Sorunu: Ahlaki Tehlikenin Özel bir Türü

Politikacıların ve hükümetlerin fakir ülkelerde kamu çıkarları konusunda neden az harekete geçtiklerinin daha muhtemel olduğunu anlamak için, ahlaki tehlike probleminin özel bir formu olan sahip-temsilci sorununa eğileceğiz. Teorik olarak, politikacılar ve hükümet(temsilciler) halk(sahip) adına çalıştıklarını düşünmektedirler. Fakat politikacılar, sık sık halkın çıkarlarından farklı olarak veya bazen doğrudan halkın çıkarlarına zıt olan kendi çıkarlarını için hareket etmek için güdülere sahiptirler. Hükümet ve politikacılar bu davranışları ile, halk, politikacıların kendi çıkarları için çalışıp çalışmadığını söyleyemedikçe, yani asimetrik bilgi olduğu müddetçe, işin içinden sıyrılabilirler(yaptıkları yanlarına kar kalabilir). Hatta, halk az bir asimetrik bilgi olduğu halde, politikacıları gözlemleyebilseler bile, eğer devlet(state) çok güçlü ise politikacıların kendi çıkarları için çalışmaları mümkün olmayabilir.

Sahip-temsilci sorununun politik alanda varlığı, fakir ülkelerdeki hükümetlerin neden kamu çıkarı için daha az hareket ettiği ve neden finansal baskıyı desteklediği konularını açıklamada yardımcı olmaktadır. Bu ülkelerin bazıları, eğitimsiz nüfusa sahip ve şeffaflığı destekleyen kurumsal gelenekten yoksundur. Bunlar ise asimetrik bilgi sorununu azaltan serbest bilgi dolanımını sağlayan faktörlerden yoksun olduğunun göstergesidir. Serbest basının olmadığı ülkelerde(bazı yeni gelişen , geçiş ve fakir ülkelerin ne yazıkki bulunduğu grup), halk politikacıların ne ile meşgul olduğunu görememekte ve onları kendi çıkarlarından çok, halk çıkarları için çalışmaları hususunda sınırlandırmakta oldukça etkisizdirler. Kendi güç ve zenginliklerini artıran güdüler altında, bu ülkelerdeki politikacıların mülkiyet haklarının güçlü savunucuları olmaması ve devlet sahipliğinde finansal kurumlarını savunması hiç de şaşırtıcı değildir.

Sahip-temsilci analizi ayrıca yolsuzlukların neden fakir ülkelere özgü olduğunu da açıklamaktadır. Aktif çalışan serbest bir basın, yolsuzlukların kontrol altında olmasına da yardımcı olmaktadır. ABD’de basın daima yolsuzluk konusunda küçücük bir haber aramaktadır. Çünkü, yolsuzluğu açığa çıkarılması sonucunda gazeteler satar ve gazeteciler Pulitzer ödülünü kazanır. Fakir ülkelerde ise basın daha çok hükümet kontrolünde ve etkisi altında olup;hükümet yolsuzluklarını ortaya çıkarmak için çok az teşviğe sahiptirler. Ayrıca nüfusun sıkça eğitimsiz olması neticesinde gazeteler daha az satılmakta ve bu da yolsuzluğun açığa çıkarılmasının getirisini azaltmaktadır. Böylece yolsuzlukla kendilerini zengin edenlerin basını da satın alarak sahtekarlıklarını saklamaları daha da kolaylaşmaktadır.21


Baskıcı Görevliler(yükümlüler)

Rajan ve Luigi Zingales’in(2003b) vurguladığı gibi, finansal baskıyı sık sık destekleyen ikinci grup ise görevlilerdir. Serbest piyasa tarafından tehdit edilen bu grup özel çıkarları emniyete almaktadırlar.22, 23 Büyük işletme firmaları yeni yatırım projelerini genellikle geçmiş kazançlarıyla finanse ettiklerinden dolayı finansal piyasalardan dış fon kaynağı sağlamaya ihtiyaçları bulunmamaktadır. Bu firmalar finansal serbestleşme ve gelişmelerden çok az yararlanmaktalar ve sık olarak da fazlaca kaybetmektedirler. Daha iyi muhasebe standartları ve yayınlama gereksinimleri ile artan şeffaflık kurumunun finansal gelişmeyi beslemesi gerekmektedir. Çünkü şeffaflık asimetrik bilgi sorununu azaltmaktadır. Ancak şeffaflığın artması yükümlü işletmelerin bağlantılarını kendi çıkarlarına kullanmalarını ve işlerini herzamanki gibi yönetmelerini zorlaştıracağından , bu işletmeler şeffaflık kurumuna sıkça karşıdırlar. Ayrıca bu yükümlüler finansal gelişmeyi destekleyen yasal gelişmelere de, bu gelişmelerin kendi çıkarlarını zayıflattığı zaman muhtemelen karşı çıkmaktadırlar. Eğer yargı kolayca etkilenebiliyorsa, yükümlüler kendi güç ve zenginliklerini artıracak olan uygun kuralları elde edebilirler. Finansal gelişme ayrıca sermayenin, yükümlülerle rekabet edebilen girişimcilere de akmasına müsade eder. Yükümlüler böylelikle finansal sistemin baskılı kaldığını gördükleri için kusursuz bir biçimde mutlu olmaktadırlar. Çünkü bu durum onları daha az rekabet etmeye bağlı kılmaktadır.

Yükümlüler muhtemelen yasal işletmeler oluşturması için engelleri teşvik etmektedir. Bu engeller, azgelişmiş ülkelerdeki çok zenginler hariç, herkes için yasaklayıcı olabilir ve yeni işletmelerin kurulmasını önleyebilir ve belki de büyük ölçeğe kavuşmasını engelleyebilir. Herhangibir büyük ölçekli işletme yükümlülerin monopol karını yiyebilir. Hindistan’da “Raj Lisansı” diye adlandırılan Rajiv Gandhi’nin başlattığı ve bu düzenlemeleri parçalara ayırdığı 1980’li yıllardan beri varolan bu reformlar ünlü bir örnektir.24 Yeni işletmeler kapılarını açmadan önce lisansı zor alabilmektelerdi ve yükümlüler zamanlarının çoğunu hükümet yetkililerine karşı, yeni girişimcilerin rekabetçi oluşum sağlamalarını önlemeleri konusunda, kendi işletmelerinin daha verimli olması için harcamalarından çok lobi faaliyetleri için harcamaktaydılar.

Yükümlü finansal kurumlar finansal sisteme baskı yapmak için güdülere sahiplerdir.25 Bağlantıları ile, bunlar halkın sahip olmadığı bilgileri toplayabilecek durumlara sahiplerdir. Bu ise onları, kötü kredi riskinden, iyi durumda görüntülemektedir. Asimetrik bilgi sorununu azalttığı için finansal sistemin gelişmesi için gerekli olan artan şeffaflık, onların çıkarına olmayabilir. Çünkü onların en iyi müşterileri bu durumda onların hizmetlerini bertaraf edebilir ve başka finansal aracıya gidebilir veya kendi hisse senetlerini basarak doğrudan finansman yöntemine başvurabilir. Yükümlü finansal kurumlar, ayrıca yasal sistemdeki gelişmelerin finansal kontratlara adil bir biçimde uygulanmasının cesaretini kırmaktadır. Çünkü bu kurumlar etkilerini kullanarak yargı üzerinde yolsuzluk yapma veya haksız fiziksel tehditler yoluyla yaptıkları uygulama türlerine sahiptirler. Yasal sistemin geliştirilmesinin bu durumda onlara çok fazla yardım edeceği söylenemez, fakat rakiplerin finansal işletmeye girip müşterilerini başka yere götürmede yetkin kılabilir.

Yükümlü finansal kurumlar sık sık kendi aktiviteleri üzerindeki özenle hazırlanmış etkili düzenleme ve denetimlerin cesaretini kırmaktadır. Bu firmaları piyasa disiplininden izole eden hükümetin emniyet kazancı(safety net), borçlanma kötüye gidiyorsa maliyetin büyük bir kısmının vergi mükellefleri tarafından yüklenilmesiyle, bu firmaları risk almaya yönlendirir. Böylelikle, eğer finansal kurumlar kötü bir şekilde izleniyorsa(denetleniyorsa), finansal emniyet kazancını(safety net) riskli stratejiler izleyerek kendi amaçları doğrultusunda kullanabilirler. Örnek olarak; bu firmalar borçlanmanın yüksek riskini dağıtabilmektedirler. Eğer tahminleri tutarsa çok büyük para kazanırlar, ama tahminleri yanlışsa da az para kaybederler. Titiz düzenleme ve denetlemeler yükümlü finansal kurumların bu şekilde davranmalarını durduracağından doğal olarak bu düzenleme ve denetlemelere karşıdırlar. Gerçekten de bu karşıtlık zengin ülkelerde ve hatta düşük şeffaflıktan dolayı fakir ülkelerde de meydana gelmektedir. Bu karşıtlık fakir ülkelerde özenli düzenleme ve denetlemelerin kalitesinin düşüklüğünden ötürü, daha da fazladır.


V. GLOBALLEŞME FİNANSAL GELİŞMEYİ TEŞVİK EDEBİLİR Mİ?

Finansal gelişmedeki güçlükler, finansal baskının üstesinden gelineceğini savunan politikacılar ve yükümlüler tarafından nasıl ortaya konabilir? Bir çözüm olarak, Rajan ve Zingales(2003b) ve Dünya Bankası’nın(2001), yurtiçi piyasaların yabancı mallara ve doğrudan yatırımlara ve hatta yabancı sermaye ve finansal kurumlara da açılmasını savunduğu görüş olan globalleşmedir. Globalleşme, özellikle finansal globalleşme, finansal gelişmeyi yukarıda değinildiği üzere finansal baskıyı azaltma yolu ile dolaylı olarak teşvik edebilmektedir. Öncelikle bu konuları ele alacağız, ancak görebileceğimiz gibi, finansal globalleşmenin doğrudan yararları da vardır.


Dolaylı Yararlar

Yükümlü firmaların getirilerini azaltacak ve nakit akışlarını(gelir-harcama) düşürecek olan, daha rekabetçi bir çevre yaratan yabancı mal ve yatırım girişine izin verilmesiyle bu firmalar finansman için yabancı kaynak arama yoluna başvurmak zorunda kalacaklardır. Çünkü bu finansman kaynakları sadece finansal sistemin asimetrik bilgi sorunlarını çözme yolunda araçlara sahip olduğu ortamda geçerli olmakta; yükümlü firmalar artık finansal sistemin daha etkin çalışması için kurumsal reformların gerekliliğini daha çok desteklemektedir. Sırasıyla, finansal sektörün büyüklüğündeki artış ekonomik büyümeyi besleyecektir.26 Ticarete daha çok açık olunması, finansal sistemin genişliği ile bağlantılı bulunmaktadır(Rajan ve Zingales 2003b ve Svalaeryd ve Vlachos, 2002) Ticarete daha çok açık olunması ayrıca hayatta kalabilmek için yerel firmaları daha verimli olmaları konusunda uyaran yabancı firmalardan kaynaklanan rekabet artışı ile de bağlantısı bulunmaktadır.

Yabancı sermaye ve kurumlara açılmak anlamına gelen finansal globalleşme, yabancı sermaye ve kurumların girişlerinin yerel finansal rekabeti arttırması nedeniyle yeterince yaygın olduğu müddetçe, finansal gelişmeyi destekleyen kurumsal reformlar için kuvvetli bir güçtür. Yerel işletmeler yurtdışından borçlandığında veya az gelişmiş ülkede bağlı şirket kuran yabancı finansal kurumlardan borçlandığında, yerel finansal kurumlar eski müşterilerinin birçoğunu kaybetmeye başlayacaklardır. Yerel finansal kurumların piyasada kalabilmesi için borç vererek kar sağlayabileceği yeni müşteriler aramak zorunda kalacaklardır. Ve bunu başarmak için, müşterilerine, onların fazladan risk almayacaklarına ikna etmek ve kötü kredi riskinden iyi olduğunu göstermek için bazı bilgilere ihtiyaç duyacaktır. Yerel finansal kurumlar böylelikle, daha iyi muhasebe standartları ve açıklama gereksinimi gibi borçlanmayı karlı gerçekleştirebilmede kullanacakları bilgiyi elde etmeyi kolaylaştıran kurumsal reformları teşvik etmek ihtiyacını kendilerinde bulacaklardır. Yerel finansal kurumlar yasal sistemi geliştime ihtiyaçları olduğunu görecekler ve böylelikle sınırlayıcı anlaşmaları tatbik edebilecekler veya borçlu borcunu ödemede acze düşmüşse mülkiyetini ipotek altına alabilecektir. Globalleşme ile, yerel finansal kurumlar yasal reformları destekleyeceklerdir. Çünkü bu yasal reformlar sadece onlara kar elde etmek için yardım etmeyecek, ayrıca mülkiyet haklarını güçlendirecek ve doğrudan doğruya yatırımı teşvik edecektir.


Finansal Globalleşmenin Doğrudan Yararları

Yabancı finansal kurumların yerel piyasalara girişi finansal gelişmeyi doğrudan desteklemede önemli bir rol oynamaktadır. Yabancı finansal kurumlar bir ülkeye girdiğinde, yerel finansal kurumlar hayatta kalmak için daha verimli olmak zorundadırlar ve bu da tam olarak piyasada ne olduğudur.(örneğin; bknz. Levine, 1996 ve Claessens ve Jansen, 2000, Claessens, Demirguc-Kunt ve Huizinga, 2000, 2001, Barajas, Steiner ve Salazar, 2000, Clarke, Cull, D’Amato ve Molinari, 2000 ve Unite ve Sullivan, 2003). Yabancı finansal kurumlar yerel piyasaya adına uzmanlık denilen geçmiş deneyimlerden öğrenilen en iyi uygulamaları getirmektedir ve bu da yerel finansal kurumlara teknoloji transferinin desteklenmesi demektir.(Goldberg, 2004). Yabancı finansal kurumların girişi yerel denetimlerin daha özenli olması hususunun geliştirilmesine yardımcı olur. Çünkü denetleyiciler yabancı kurumlarda kullanılan başarılı olan risk yönetimi uygulamalarının ne olduğunu artık görebilmektedirler ve bu uygulamaların yerel kurumlarca da benimsenmiş olması konusunda ısrar etmektedirler.(Mishkin, 2003). Yabancı finansal kurumlar aynı zamanda finansal piyasalarda bilgi kalitesinin gelişmesini amaçlayan kurumsal reformlar için bir seçmen çevresi gibi faaliyet göstermektedir. Çünkü onlar yerel firmaların eriştiği içsel bilgiye erişememektedirler.

Finansal globalleşmenin yerel finansal piyasalar için de ayrıca doğrudan faydaları vardır. Yabancı sermayenin yurtiçi finansal piyasalara girişine izin verilmesiyle fonların elde edilebilirliği artar ve böylelikle yatırım ve ekonomik büyümeyi uyaran düşük sermaye maliyeti ve likidite düzeyi otomatik olarak artar.27 Bu durum gerçekten de ülkelerin borsalarını yabancı sermayeye açtığı zaman ne olduğunu göstermektedir: ortalama olarak %2.4 puan kar payı getirisinin düşüşü, beraberinde %1.1 yatırım artışını ve işçi başına çıktı artışı olarak da %2.3 puanlık artışı beraberinde getirmektedir.28


IV. FİNANSAL GLOBALLEŞME NEDEN HERZAMAN İŞLEMEZ? FİNANSAL KRİZLER


Şimdiye kadar finansal globalleşmenin faydalarını tartıştık, öyle görünüyor ki sanki yerel finansal piyasaların yabancı sermayeye açılması ekonomik gelişme üzerinde belirli bir olumlu etkiye sahiptir. Ancak finansal globalleşmenin faydaları üzerine kullanılan veri bulguları karışıktır: finansal açıklıkla ekonomik büyüme arasında açık bir ilişki yoktur.29

Finansal piyasalara açık olmak neden herzaman çalışmaz? Cevap şudur: bir ekonominin uluslararası sermaye akımlarına açık olması, özellikle iyi yönetilmezse, ekonomiyi felakete götüren finansal krize neden olur.30 Bu ise finansal globalleşmenin neden tartışmalı olduğunun sebebidir.

Yıkıma doğru giden bütün finansal krizlerin başlangıcı iyi zamanlarda baş göstermektedir. Globalleşme sürecinin ilk aşamaları boyunca yeni gelişen piyasa ülkelerinin durumu oldukça iyiydi: bu ülkelerde ekonomik gelişme yüksek, enflasyon oranı düşüktü ve bu ülkelerin geçmiş tarihlerindeki standartlarına nazaran oldukça iyi düzeydedir. Fakat bu güzel günlerin genelde karanlık tarafları da vardır. Yeni gelişen piyasa ülkelerinin kendilerini bir kriz içinde bulabilmelerini anlamak için iki temel rota vardır: finansal serbestleşme veya globalleşme sürecinin yanlış ilerlemesi veya şiddetli mali dengesizlik. Biz finansal globalleşmenin yanlış ilerlemesi şıkkı üzerinde yoğunlaşacağız. Çünkü finansal krizlerin ardında saklanan çoğunlukla yaygın olan budur ve 1994 Meksika, 1997 Doğu Asya krizlerinin altında yatan nedendir.31


Birinci Aşama: Finansal Serbesti / Globalleşmenin Yanlış Yönetimi

Temelinde “Yanlış ilerleyen globalleşme” yatan finansal krizlerinin tohumları yıllar önce, kriz gelmeden önce ülkelerin finansal sistemlerini, yurtdışından borçlanıp, piyasa oranlarında borç verme işlemlerini regulasyonlarla sınırlandırılan yerel bankacılık kurumlarını libere ettiği zaman atılmıştır. Gerçekten de son yirmi yılda meydana gelen yirmialtı krizin onsekiz tanesi finansal sektörün serbestleşmesini takip eden beş yıl içerisinde olmuştur.32 ve bu tip krizin vurduğu ülkeler genellikle katı bir mali politika ile yola koyulmuşlardır. Kriz vurmadan önceki yıllarda Doğu Asya ülkeleri sürekli bütçe fazlası, Meksika ise sadece GDP’nin %0.7 bütçe açığı vermekteydi. Bu sayılar gerçekten de birçok gelişmiş ülkeyi sahip olmada heyecanlandıran bir sayıdır.33

Finansal globalleşme, potansiyel olarak yüksek faydalara sahip olmasına karşın, zaman zaman bankaların aşırı yüksek risk almasına yol açmıştır. Sınırlandırmaların artmasıyla ve hükümetin güvenilir ağa(safety net) sahip olmasıyla(bu durumda, piyasalar banka disiplinini az teşvik etmekte olduğundan bankaların risk almasını kolaylaştırıyor) bankalar çılgınca borçlanarak yıllık borçlanma oranlarını %15’den %30’a getirmişlerdir. Bu durum ise borçlanmanın iki katı arttığı anlamına gelmektedir.34 Sadece bankalar borçlarını(ödünç verme işlemlerini) arttırmamıştır, bankaların, hakkında fazla bilgiye sahip olmadıkları endüstrideki firmalara da borç vermişlerdir. Çünkü yeni gelişen piyasa ülkelerindeki bankacılık kurumlarının müdürleri, genellikle, uzmanlık gerektiren risk yönetimini yeni işletme çizgilerine uygun bir biçimde gerçekleştirememekte ve genellikle finansal globalleşmeyi takip eden hızlı borçlanmayla başa çıkamamaları sonucunda sorunları yüklenmeye başlamışlardır. Gerekli yönetimsel uzmanlık başta varolmuş olsaydı bile, hızlı borç gelişimi muhtemelen banka kurumlarının mevcut bilgi kaynaklarının önüne geçerdi. Bankaların, hakkında az şey bildiği endüstrilere borç vermesindeki artış, bankaların aşırı risk alması ile sonuçlanmıştır.

Hükümetlerin güvenlik ağından(safety net) kaynaklanan, bankaların aşırı risk almasını teşvik eden ahlaki tehlike, banka müdürlerinin uzmanlık eksikliğinden ziyade kötü borcun(ödünç verme) kaynağı olmasıdır.35 Bankacılık sektörünün çok geliştiği ülkelerde bile, finansal serbestleşmenin borç patlamasına ve bankacılık krizlerine yolaçtığını 1980 ve 1990’larda Japonya ve ABD deneyimlerinde görmekteyiz.

Borçluların gözetlenmesinde uzmanlık eksikliği ve aşırı risk üstlenmeyi teşvik eden ahlaki tehlike olgusu nedeniyle borçlanmadaki kayıplar artmaya başlamıştır. Bu kayıplar, borç değerlerinin bankanın yükümlülüklerine oranla düşmesi nedeniyle(varlıklar içindeki değeri) bankaların bilançosunun kötüye gitmesi, bu surette bankanın sermaye değerinin düşmesi anlamına gelmektedir. Bankalar düşük sermayeyle daha riskli olmaktadır ve bu yüzden mevduat sahipleri ve diğer bankaya borç veren potansiyel alacaklılar, bankaya fon sunmaya daha az gönüllü olmaktadırlar. Daha az fon daha az borç verme ve ödünç verme anlamına gelmektedir. Borç verme patlaması borç yıkımına dönüşecektir.

İşletmeler ve endüstriler hakkında bilgi toplamaya daha uygun olmaları nedeniyle, bankalar finansal piyasalarda kritik bir rol oynamaktadırlar. Bu yetenek, sırayla, bankaların iyi borç vermeyi, kötü borç vermeden ayırt etmelerini sağlayacaktır. Bankalar borç vermeyi azalttıklarında, daha fazla kimse bu borçlanmayı gerçekleştirecek bilgiyi toplamaya girişmeyecektir ve böylece finansal sistemin ahlaki tehlikenin asimetrik bilgi sorunuyla ve ters seçim sorunuyla başa çıkma yeteneği şiddetle engellenecektir. Borçlanmanın(ödünç verme) seyrek olmasıyla, firmalar etkileyici yatırım fırsatlarını daha fazla fonlayamayacaklar ve harcamalarını ve ekonomik faaliyet sözleşmelerini azaltacaklardır. (ekonomi kötüye gidecektir).

Banka bilançosu yeteri derecede kötüleşirse, banka paniğe düşer ve aynı zamanda başarısız olur. Bankanın başarısızlığı başka başarısızlıklara neden olabilir ve onlar da başka başarısızlıklara neden olabilir... böyle sürüp gider. Bu bulaşıcılık, sağlıklı işleyen bankaların bile başarısız olmasına neden olabilir. Başarısızlık ve daha sonra kısa zamanda çok sayıda bankanın kapanmasının anlamı olup, ilerde finansal piyasalarda bilgi toplama kaybı ve bankacılık sektörü tarafından finansal aracıların doğrudan kaybıdır. Bankanın paniklemesinin sonucu asimetrik bilgi sorununun daha da ilerlemesi, verimli yatırımlara borç vermenin aniden düşüşü ve ekonomik aktivitelerin aniden daralması olgularını ortaya çıkartır.36

Borç verme patlamasını önlemesine ve sistemin tükenmesine çare olarak, bankaları aşırı risk almaya karşı koruması için bankacılık sisteminin tedbirli düzenlenmesi ve denetlenmesidir. Ancak finansal globalleşme tamamen yetersiz tedbirli düzenleme ve denetlemelerle üstlenilmektedir.(Tersine; krizlerden ağzı yanan Doğu Asya ülkelerinin örneğin Singapur, Hong Kong ve Tayvan’da oldukça güçlü tedbirli düzenleyici ve denetleyici sistem vardı ve bu ülkeler finansal globalleşmeden kaynaklanan krizden fazla etkilenmediler).

Sadece işletmenin yeni çizgisi ve hızlı kredi büyümesinin bankaların yönetilebilir kaynaklarını daraltması değil; ayrıca hükümetin banka denetleyicilerinin de kaynaklarını benzer şekilde daraltmıştır. Finansal liberalleşmeden sonra banka denetimcileri kendilerini uzmanlıktan yoksun ve bankaların yeni borç verme faaliyetleri için ihtiyaçları olan kaynakları görüntüleme de eksik olduklarını farkettiler. Bu görüntüleme yoksunluğu nedeniyle bankaların aşırı risk üstlenmesi önlenememiştir.

Eğer düzenleyiciler ve denetleyiciler, düzenleyici tahammülü uygularlarsa, yani düzenleyiciler ve denetleyiciler, çalışmaya devam etmeyi kesen finansal kurumlara bilerek izin verirlerse, bilançonun veya net değerin kötüleşmesi daha da kötüye gidebilir. Düzenleyici tahammül gelişmiş ve gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde oldukça yaygındır ve kaybedecek birşeyleri olmaması nedeniyle bankaların aşırı risk alması için teşvikler yaratarak, üzücü bir şekilde ahlaki tehlike sorununu arttırmaktadır.37 Eğer şanslılarsa ve verdikleri borçlar tamamen ögeri ödenirse, tekrardan tüm borçlarını ödeyebilecek duruma gelirler. Şayet borçlar bankaya geri ödenmezse, bankanın kayıpları dağ gibi yükselecek ve devamında finansal sistem zayıflayacaktır.


Ateşe Benzin Dökülmesi: Yabancı Sermayeye Açılmak

Yerel bankaların yurtdışından borçlanmasına müsade eden finansal globalleşme süreci ayrıca ateşe benzin dökmektir. Bankalar yabancı sermayeyi etkilemek için yüksek faiz öderler ve böylece borç vermelerini hızlıca arttırırlar. Çünkü bankaların ödünç verme faaliyetlerini fonlayan yabancı mevduatlar, hükümet tarafından(güvenli ağı) muhtemelen korunduğu görülerek (ya gelişmekte olan piyasa hükümetleri tarafından ya da IMF gibi uluslararası ajanslar tarafından korunduğu) yabancı sermaye yurtiçindeki bankalara akarlar. Yurtiçine gelen sermaye, döviz kurlarını dolara bağlı tutan hükümet politikaları tarafından uyarılır. Bu durum ise yabancı yatırımcılara muhtemelen düşük risk aldıkları hissini verir.

Meksika ve Doğu Asya boyunca sermaye girişleri oldukça yüksektir. Üç yılda ortalama olarak GDP’nin %5 düzeyinden %14 düzeyine ulaşarak krize zemin hazırlamış ve özellikle Asya-Pasifik bölgesinde banka borçlanmasını genişleten önemli bir faktör olmuştur.(Folkerts-Landau, Schinasi, Cassard, Ng, Reinhart ve Spencer, 1995). Sermaye girişleri borç verme patlamasını desteklemiştir. Bu durum ise bankaların aşırı risk almasına neden olmuştur ve büyük çapta kredi kayıplarına ve devamında bankaların ve diğer finansal kurumların bilançolarının kötüleşmesine neden olmuştur.


Finansal Serbestleşme / Globalleşme Sürecinin Yoldan Çıkması

Şimdiye kadar anlattığımız hikaye borç verme patlaması ve yıkımın finansal globalleşmenin sonucu olduğunu öne sürmektedir. Fakat dava bu değil. Bunlar sadece ülkelerin globalleşme sürecinin başarıyla yönetmesini engelleyen kurumsal güçsüzlüklerin olduğu zaman ortaya çıkmaktadır. Daha spesifik olarak, eğer aşırı risk almayı sınırlandıran tedbirli düzenleme ve denetlemeler kuvvetliyse, ödünç verme patlaması ve yıkım söz konusu olmayacaktır. Öyleyse neden yeni gelişen piyasa ülkelerinde finansal serbestleşme, tamamen yetersiz olan tedbirli düzenleyici ve denetleyici yapıyla yüklenilmektedir? Bankaların borç vermelerindeki hızlı artışın, denetlemeleri gerektirdiği açık olduğu halde neden yeteri kadar kaynak denetlemelere ayrılmıyor?

Cevap, sahip-temsilci sorununun güçlü olan yurtiçi işletme çıkarlarının finansal globalleşme sürecini saptırmaya teşvik etmesidir. Politikacılar ve ihtiyatlı denetleyiciler eninde sonunda seçmenlerin-vergi mükelleflerinin(sahipler) temsilcisi olup, onların çıkarlarını korumayı amaçlamaktadırlar. Çünkü bankacılık sektörü finansal olarak desteklenmek zorundaysa, vergi mükellefleri her kaybın yükünü üstlenecektir. Vergi mükelleflerinin çıkarlarını gerçekleştirmek için ihtiyatlı düzenleyici ve denetleyiciler bazı taslaklara sahiptirler: bankalara, çok riskli olan, ellerinde varlık tutma sınırlaması getirir, yeterince yüksek sermaye gerekliliği şartı koyar ve borcunu ödeyemeyen kurumlar kapanır(düzenleyici tahammülünün ilgili olduğu alan değil).

İşletmenin güçlü çıkarları, kendi bankalarının denetleyicilerin işlerini uygun bir biçimde yapmalarını önlemelerini isteyecektir. Buna rağmen, bu çıkarlar bankaları hızlıca büyütürse, bir şans elde etmiş olacaklardır. Fakat bankalar kötüye giderlerse, muhtemelen hesabı vergi yükümlüleri ödeyecektir. Çünkü güçlü işletme çıkarları politikacıların seçim kampanyalarını destekler, ve politikacıları sıkça bankaların yüksek risk ödeme stratejilerini sınırlandıran zayıf düzenlemeler yapmalarına ikna edebilmektedirler. Ayrıca bu işletme çıkarları, denetleyicilerin kaynak sıkıntısı çektiklerine emin olabilmektedirler, çünkü katı düzenlemelerin(regülasyonlar) olması halinde bile, denetleyici kurullar(agency) banka kurumlarını etkin bir biçimde görüntülemek ve onları kapatmak için yeterli kapasiteleri bulunmamaktadır.

Güçlü işletme çıkarlarının finansal serbestleşme / globalleşmeyi nasıl saptırdığını Güney Kore örneğinde gerçekleştiği gibi açıkça görmekteyiz.(Hahm ve Mishkin, 2000). Çünkü Kore ekonomisinde hakim olan ticari işletmelerin(chaebols) büyük ölçekleri(en büyük beş şirketin(chaebol) satış toplamı GDP’nin %50’si kadar)38 gösteriyorki, bu işletmeler politik anlamda oldukça güçlü ve iktidar partisi üzerinde büyük bir etki oluşturmaktadır. 1990’lı yıllarda bu şirketler zora girdiler: para kazanamadılar. 1993’den 1996 yılları arasında, 30 büyük şirketin mali varlıklarının getiri oranları, ABD şirketlerinde %15-20 civarında iken Kore şirketlerinde %3’ü geçememiştir. Gerçekten de 1996 yılında kriz vurmadan hemen önce mali varlıkların getiri oranları %0.2’ye düşmüştür. Üstelik bu şirketler hiç kar etmeyen 5 büyük şirketti: altıncı büyük şirketten, otuzuncu büyük şirkete kadar olan şirketler de bu oran asla %1’in üzerine çıkamamıştır ve bazı yıllarda ise negatif büyüme(küçülme) olmuştur. Bu tür bir karlılık ve yükseklikte kaldıraç oranıyla, sağ duyulu her bankacı, eğer hükümetin bir garantisi yoksa(safety net), bu şirketlere ödünç verilmesi işlemlerini geri çekecektir. Fakat, eğer bu şirketler borç ödememe krizine girmişlerse, bankaların hükümetin şirketlerin borçlanmasını yerine getireceğini bilmesi nedeniyle, tam tersi bir durum ortaya çıkar: bankalar bu şirketlere, daima taze kalacak, ödünç para vermeye devam ederler ve aslında kötü paradan sonra iyi para verirler. Ve bankalar, hükümetin bu şirketlere eğer başları beladaysa, borçlarını kreditörlere ödemeleri için para aktarımı yapacaklarını bilmektedirler. 39

Bu şirketler ticari bankalardan çok büyük finansman dahi elde etseler, onların açgözlü iştahlarını doyurmaya yetmez. Onlar, beladan kurtuluşun büyüme için olduğuna karar vermişlerdir ve bunu gerçekleştirebilmek için de çok büyük fona ihtiyaçları vardır. Kore’nin %30’luk tasarruf oranıyla övünmesine rağmen, bu büyük ticari şirketler planlanmış genişlemelerini finanse edecek yeterli ödünç verilebilir fon bulamamaktaydı. Bu kaynağı nereden sağlayacaklardı? Bunun cevabı “Uluslararası Sermaye Piyasası”dır.

Büyümek için ihtiyaçları olan nakit parayı elde etmek için onları amaçlarının gerçekleşmesini mümkün kılmak için hükümetin, serbestleşme(liberalizasyon) sürecinin bir parçası olan Kore finansal piyasalarının yabancı sermayeye açılması sürecini hızlandırarak bu şirketleri teşvik etmesi olacaktır. 1993 yılında Kore hükümeti, ödünç verme türlerini çeşitlendirerek, yabancı para ile ödünç verme işlemleri yapması için yerel bankaların hareket alanını genişletti. Aynı zamanda, Kore hükümeti, finansal kurumların limitsiz kısa dönem borçlanmasına izin verdi; fakat ülke içine sermaye akımının yönetim araçları olarak, uzun dönem dış borçlanmada miktar kısıtlaması devam ettirildi. Uzun dönem yabancı sermaye akımına değil de kısa dönem yabancı sermaye akımına açılmak, bir ekonomik etki yaratmamıştır. Çünkü bu, yeni gelişen piyasa ekonomisini finansal anlamda kırılgan yapan kısa dönem sermaye akımıdır: kısa vadeli sermaye herhangi bir kriz kokusu aldığında, hızlı bir biçimde ülkeden uçup gidebilir. Bu politika, ancak politik bir etki yaratır, çünkü büyük şirketler(chaebols) paraya ihtiyaçları var ve bu parayı yabancı kısa vadeli ve düşük faizli olarak yabancı sermaye piyasasından borçlanılması çok kolaydır. Uzun vadeli borçlanma creditörler açısından daha risklidir. Uzun vadeli uluslararası borçlanma üzerindeki sınırlandırmaların korunması ancak hükümetin yabancı sermayenin yurtiçine akışına sınır koymak konusuyla hala ilgilendiğini ve yabancı sermayeye tedbirli bir pozisyonda açılmalarının gerektiğini söylemesine müsade eder. Bu değişikliklerin sonucunda, Kore bankaları, yurtdışında, kendilerine yabancı fonlardan faydalanma hakkı veren yirmisekiz tane şube açmışlardır.

Kore finansal kurumlarının yabancı sermayeden faydalanmalarına rağmen, büyük ticari şirketler hala sorun yaşamaktaydılar. Ticari bankaların düzenleyicisi ve hükümetten biraz bağımsız olan Kore Bankası, büyük şirketlerin ticari banka sahibi olmalarına izin vermemiş ve böylelikle büyük şirketler ihtiyaçları oldukları banka kredilerinin tamamını elde edememişlerdir. Peki cevap neydi? Bu büyük şirketler sahibi olabilecekleri, yurtdışından borçlanmasına izin verilen ve çok az düzenlemeye bağlı olan kendilerine devrolunan finansal kurumlara ihtiyaç duymuşlardır. Böylelikle finansal kurumlar yabancı fonlardan borçlanabilecek ve kurumların borçlanma ile ilgilenen sahibi olan bu büyük şirketlere göndereceklerdi.

Kore’de artık büyük şirketlerin ihtiyacını karşılayan bir tür finansal kurum oluşumu vardı: bu kurumların genel adı tüccar(merchant) bankasıydı. Tüccar bankacılık şirketleri taahütlü(yeni ihraç olmuş) menkul değer, leasing ve şirketlere kısa vadeli borç vermekle uğraşan toptancı finansal kurumlardır. Bu kurumlar ödünç alma işlemini bono basarak ve ticari senetler aracılığı ile ve interbank ve yabancı piyasalardan borç alarak sağlamaktadır. Tüccar bankaları sadece yurtdışından borçlanmaya izin vermez; bu bankalar neredeyse oldukça serbesttirler(unregulated). Büyük şirketler bu fırsatı görmüşlerdir. Onlar hükümetin yurtdışından borçlanılmasına izin verilmeyen kurumların, tüccar bankalarına dönüştürülerek, izin verilmesini mümkün kılmış ve bu fırsatı elde etmişlerdir. 1990 yılında tamamı yabancılara bağlı altı tane tüccar bankası bulunmaktaydı. 1997 yılına kadar büyük şirketlerin politik sihirlerini kullanmalarından sonra, 16 tanesi büyük şirketlerce sahip olunan otuz adet ticari banka olmuştur. Bu bankalardan yabancılara ait olanların iki tanesinin, çoğunluk hisse senedi yerel büyük şirketlere aitti ve 12 tanesi de büyük şirketlerden bağımsız olup Korelilerin sahip olduğu bankalardı.(Hahm, 2003)


Birinci Aşama: Katı Mali Dengesizlik

Yeni gelişen piyasa ekonomisine sahip ülkelerin finansal krizle sonuçlanan deneyimleriyle izlenen ikinci rota, finanse edilmesi gereken büyük bütçe açıklarının neticesindeki hükümetin mali dengesizliğidir. 2001-2002 yıllarında Arjantin’de yaşanan son finansal kriz bu tipte krizdi, fakat yaşanan diğer son krizler, örneğin 1998 yılında Rusya’daki, 1999 yılında Ekvador’daki ve 2001 yılında Türkiye’deki krizler bu tür krizin bazı faktörlerini içermektedir.40

Meksika ve Doğu Asya’daki kriz yaşamış ülkelerin tersine, Arjantin iyi denetlenen bir bankacılık sistemine sahipti ve krizden önce bir borç verme patlaması olmadı. Böylece, 1998 yılında başlamış olan resesyona rağmen bankalar şaşırtıcı bir şekilde iyi ölçüde şekillenmiştir. Bu resesyon, vergilerden toplanan gelirlerin düşmesine ve katı mali dengesizliğe neden olmuştur ve o kadar büyüktü ki hükümet, yerleşiklere ve yabancılara yeteri kadar bono satmakta oldukça zorluk içine girmişti. Bu yüzden de hükümet mali açığı kapatmak için başka kaynaklar arama yoluna girmiştir.

Hükümetler büyük mali dengesizlikle karşılaşıp, borçlarını finanse edemeyince, bankaları sık sık “hükümet borçlarını satın alması” yönünden tatlı sözlerle kandırmış ya da zorlamıştır. Bu durum açıkça Arjantin hükümetinin ekonomi 2001 finansal krizine giderken ne yaptığıdır. Yatırımcılar hükümetin borçlarını geri ödeyebilme kapasitesine olan güvenlerini kaybettiklerinde, ellerindeki bonoları çıkarmaya bakmışlardır ve böylece bono fiyatları düşmüştür. Şimdi bu borcu devralan bankalar bilançolarının varlık tarafında büyük bir açık oluşmuştur ve bu açık bankaların net değerlerini büyük miktarda düşürmüştür. Bankanın bilançolarındaki kötüleşme borç verme işlemlerini düşürür ve hatta bankayı paniğe sürükleyebilir. İşte Arjantin’de yaşananlar bu durumdan ibarettir. Katı mali dengesizlik böylelikle ters seçim ve ahlaki tehlike sorunlarının daha da kötüye gitmesine neden olan ve daha sonra da ekonomik daralmayla takip eden bankacılık sistemini ortaya çıkarmaktadır.


İkinci Aşama: Nakit Krizine Doğru

Globalleşme ile veya büyük mali dengesizliklerin ortaya çıkardığı, kötü yönetilen finansal serbestleşmeden kaynaklanan bankaların bilançolarındaki kötüleşme, tam ölçekli bir finansal krize yol açmaktadır. Çünkü banka bilançolarının kötüleşmesi finansal piyasalarda kriz başlamadan hemen önce, ters seçim ve ahlaki tehlikeyi arttırır, fakat diğer faktörler ise, ayrıca, kriz vurmadan önce etkili olmaya başlar.

Yüksek Faiz Oranları ve Nakit Akımı Üzerindeki Etkileri: Aynı krizlerdeki diğer yıkıcı faktör(örneğin: Meksika krizi. Fakat Doğu Asya krizi değil) yerel faktörlerden kaynaklanmayarak faiz oranlarının yükselmesidir. İçsel kaynaklardan etkilenmemesine karşın ABD’nin daraltıcı para politikası gibi dışsal faktörlerden etkilenmektedir. Faiz oranları yükseldiği zaman, iyi kredi riskine sahip firmalar(çünkü bu firmalar nispeten daha tedbirli yatırım yapıyor olmaktadırlar) çok yüksek faizleri karşılayamadıklarından yeterli derecede yatırım yapamazlar. Risklerin iyi olması borç aramayı durdururken, kötü riskler herzaman para aramaya isteklidirler. Örneğin; spekülatif yatırımlarla firmalar, büyük gökdelen inşası gibi yatırımlara borç almaya devam etmeye mutlu olmaktan daha çok, eğer şanslılarsa, yüksek faiz oranları ile daha çok para kazanabilirler, kar edebilirler.41 Buna karşın, bankalar ve diğer borç veren kurumlar artık borç vermede kötü kötü gülümseyeceklerdir. Çünkü borç arayan firmaların birçoğu kötü kredi riski altında olacaktır. Böylelikle faiz oranlarında bir yükseliş olduğunda finansal piyasalarda artık daha fazla ters seçim sorunu olacaktır ve borç verenler daha az miktarda borç vermek(ödünç vermek) isteyeceklerdir. Faiz oranlarındaki yukarı doğru ani bir sivrilme kredi arz miktarında ciddi bir düşüşe neden olabilecektir ve sırasıyla yatırımlarda ve ekonomik aktivitelerde ciddi bir düşüşe neden olacaktır.42

Eğer firmalar borçlanırsa, faiz oranlarındaki bir yükselme ayrıca firmaların yüksek faiz ödemelerine ve böylelikle nakit akımlarının düşmesine yolaçacaktır. Sonuç olarak da elde ettiği nakit ile ödemesi gereken nakit arasındaki fark borçlanmasının içerdiği maliyettir. Nakit miktarının bolluğu ile firma kendi projelerini içsel olarak finanse edebilir ve firma kendi projelerinin ne kadar iyi olduğunu bildiği için de asimetrik bilgi sorunu bulunmamaktadır. Ancak firma, az nakit miktarıyla, firma daha az içsel kaynak kullanır ve adına banka diyeceğimiz, firmayı sahipleri kadar tanımayan yerlerden fon sağlamak zorundadır. Banka, firmaların güvenilir projelere sahip olduğunu veya büyük bir risk üstlenilip de borcun geri ödenip ödenmeyeceğine emin olmayacaklardır. Sonuç, sağlamlık için düşük miktardaki nakit akımıdır ki; düşük riskli firmalar hem ters seçim(sadece düşük riskli firmalar aktif olarak borç arar) hem de ahlaki tehlikeyi(önce sağlam firma borç bulur, bu firmaların yüksek getirili projeler için yüksek risk üstlenmesi daha muhtemeldir, çünkü proje kötü bir şekilde gerçekleşirse(başarısız olursa) firma maliyeti tamamen kendi üstlenmeyecektir) arttırır. Çünkü artan ters seçim ve ahlaki tehlike sonucunda, yatırım hem firma hem banka için karlı da olsa, banka, iyi riske sahip paranın yatırımı üstlenmesi adına firmaya borç vermeyebilir. Faiz oranlarının yükselmesiyle nakit akımının düştüğü zaman, ters seçim ve ahlaki tehlike sorunları daha acı verici olur, tekrardan ödünç vermeyi ve yatırımları azaltır.43


Belrisizliğin Artması ve Ödünç Verme İşlemlerindeki Düşüş: Gözde olan bir firma başarısızlığa uğradğında, ekonomi resesyona girdiğinde veya politik sistem istikrarsızlığa girdiğinde insanlar yatırımın getirisi hakkında daha kararsız olmaktadırlar. Belirsizlik arttığında, tıpkı 1994 yılında Meksika’da iktidar partisinin başkan adayı Luis Donaldo Colosio’nun öldürüldüğü ve Chiapas’ın güneyinde isyanın olduğu zamanki gibi veya Tayland ve Kore’deki gibi finansal ve finansal olmayan büyük(öncü) kurumların, yaşadıkları krizden hemen önce başarısızlığa uğradığı zamanki olduğu gibi, ödünç para verenler kötü kredi riskinden iyi olanı ayırt etmeleri ve ayrıca ödünç para verdikleri firmaların aktivitelerini izlemeleri daha zor olmaktadır.

Aktif Fiyatlarının ve Net Değerin Düşmesi: Aktif(varlık) fiyatlarındaki bir düşüş, bu stoklarda da gayrimenkulde de veya bunun gibi şeylerde de olabilir, firmanın net değerinin düşmesine neden olur. Örneğin borsa çöktüğü zaman firmaların hisse fiyatları düşecektir. Hisse fiyatları şirketlerin değerini yansıttığına göre piyasanın(borsa) çökmesi demek şirketlerin birçoğunun net değerinin düşmesi demektir. Firmalar borç aradığında net değerleri teminata benzer bir rol oynadığından, düşük net değer ödünç parayı verecek kişilere, eğer bu firmanın yatırımları kötüye gitmeye başlarsa firmanın değeri bu kredi için az bir koruma sağlayacak olduğunu söyleyecektir. Çünkü borç verenler artı ters seçimin sonuçlarına karşı daha az korunacaklar; net değeri düşen, hem riskli firmalara hem de sağlam firmalara ödünç para vermelerini azaltacaklardır. Sonuç olarak, önce yatırımlar sonra toplam çıktı düzeyi azalacaktır.44

Ayrıca, şirket net değerinin düşmesi nedeniyle, riskli firmalar daha az kaybedecekleri şey vardır ve böylelikle daha riskli yatırımları üstlenebilirler. Ahlaki tehlike olgusunun artması sonucunda borç verenlerin daha fazla borç vermemesi ise diğer bir sonucu sonuçtur. Bu durum ise borçlanmanın ve ekonomik faaliyetlerin düşürülmesine neden olan varlık fiyatlarının düşmesinin diğer bir yoludur.45

Yüksek faiz oranları, belirsizliklerdeki artış ve borsa yıkımlarının artması, çok kısa süre önce olan ve Meksika, Tayland, Güney Kore ve Arjantini tamamen vuran krizlerde meydana gelmiştir.(Malezya, Endonezya ve Filipinlerde borsanın çöküşü anında krizin başlamasına yol açmıştır). Bütün bu faktörler asimetrik bilgi sorununu arttırmıştır; borç verenler için iyi borçlu ile kötü borçlu arasında ayırım yapmalarını zorlaştırmıştır ve borç alanların daha riskli yatırımlara girişmeleri daha teşvik edici olmuştur. Çünkü, eğer yatırımları başarısız olsa da net değerlerinin düşüşünde kaybedecekleri az şey olacaktır. Bankaların bilançolarının kötüleşmesiyle, yüksek faiz oranları, belirsizliklerdeki artış ve borsadaki düşüş, ters seçim ve ahlaki tehlike sorunlarını daha kötüye götürecek ve bu ekonomileri ciddi bir finansal kriz için olgunlaştıracaktır.


Üçüncü Aşama: Nakit Krizi

Herhangibir faktörün veya bütün faktörlerin birbirini inşa edercesine birbirinden etkilenmesi, döviz piyasası(borsası) katılımcılarının burnuna kan kokusunu getirmeye başlar. ABD Dolarına karşı kuru sabitlenen ülkelerdeki nakit para şimdi, spekülatörlerin bu paradan yüklü miktarda satış yapmalarıyla spekülatif saldırılara daha açık hale gelmiştir. Satışların neticesinde piyasanın para dolması nedeniyle, arz talepten fazla olur, bu ülkenin nakit parasının değeri düşer ve nakit krizi meydana gelir. Yurtdışındaki yüksek faiz oranlarına, artan belirsizlik ve varlık fiyatlarındaki düşüşün oynadığı role rağmen, spekülatif saldırıları tetikleyen ve ekonomilerin tamamının içine alan iki anahtar faktör, nakit krizinin, finansal krizin ve çöküşün kısır döngüsü olan banka bilançolarının kötüleşmesi veya katı mali dengesizliklerdir.

Bankalar ve diğer finansal kurumlar zor duruma geldiklerinde, hükümetler kendi paralarını koruyacaklarından sermaye girişini teşvik etmek için faiz oranlarını yükseltmeleri hiç de kolay olmayacaktır. Eğer hükümetler faiz oranını yükseltirse, bankalar fon sağlamak için daha çok ödeme yapmak zorunda kalacaklardır. Maliyetlerdeki artış(fon maliyeti) bankaların kendilerini çözümsüzlüğe(acze) götürebilecek, karlılıklarını azaltacaktır. Böylelikle bankacılık sistemi zor duruma düşecek, hükümet ve merkez bankası iki ateş arasında kalacaktır: eğer faiz oranlarını çok fazla yükseltirlerse, zaten güçsüzleşmiş olan bankaları yokedecekler; ya da faiz oranlarını yükseltmezlerse paralarının değerini korumaya daha fazla devam edemeyecekler.

Önce döviz için piyasadaki spekülatörler ülkenin zor bir durumda olduğunu anlar ve hükümetin kendi parasını korumadaki yeteneğinin sınırlı olduğunun farkına varır ve sonuçta yurtiçi para değerinin düşeceği konusunda neredeyse emin olurlar ve çılgınca para satmaya başlarlar. Bu satışlar ülkenin yabancı rezervlerini hızlıca bitirir çünkü kendi parasının değerini korumak için kendi parasını satın almak ve yabancı para talebini karşılamak zorundadır. Önce hükümet(merkez bankası) tüm rezervlerini tüketerek hapı yutar. Daha sonra kaynakların döviz piyasasında dayanma gücü daha uzun sürmez ve yerel paranın değerinin düşmesine izin vermek zorunda kalır. Bu da, hükümetin devalüasyona izin vermesi anlamına gelir.

1994 yılında, Meksika Merkez Bankası’nın döviz piyasasına müdahale edip faiz oranlarını keskin bir şekilde yükseltmesine rağmen, bu bile spekülatörlerin saldırılarına ve Peso’nun 20 Aralık 1994 tarihinde devalue edilmesini engelleyememiştir. Tayland’da, başarılı spekülatif saldırılar ile sonuçlanan, Thai Merkez Bankası’nı 1997 yılında Baht’ı aşağıya doğru dalgalanmaya bırakmak zorunda bırakan üç olay şöyledir: ülkenin büyük cari açığı, finansal sektörün zayıflığı ve en büyük finans şirketi olan Finance One’ın batması. Daha sonra Baht’ın devalüasyonu, spekülatif saldırıların diğer bölge ülkelerine karşı artmasına, Filipinler pesosunun, Endonezya rupiahının, Malezya ringgitinin ve Güney Kore wonunun düşmesine yol açmıştır.

Katı mali dengesizliklerin Arjantin’de olduğu gibi, banka bilançolarının kötüleşmesine neden olduğunu ve böylece yukarıda anlatıldığı gibi bir nakit krizinin oluşmasına yardım ettiğini gördük. Fakat, mali dengesizlikler bir nakit krizini, daha doğrudan tetikleyebilmektedir.46 Hükümetin bütçe açığı kontrolden çıktığında, iç ve dış yatırımcılar, ülkenin, hükümet borçlarını geri ödeyemeyeceği konusunda şüpheye düşmeye başlarlar ve böylece yerel parayı satarak, ülkeden paralarını çekmeye başlarlar. Mali durumun kontrol dışına çıktığını anlamak, böylece, paraya karşı bir spekülatif saldırıyla sonuçlanacaktır. Bu da, sonunda, 6 Ocak 2002 tarihi’nde Arjantin’de meydana geldiği gibi, yıkıma neden olacaktır.

Birçok nakit krizi ve finansal kriz temel taşların zayıf olmasından kaynaklanmaktadır: bankacılık sisteminin zayıf denetleme ve düzenlemesi veya büyük mali dengesizlik. Fakat hisse senedi değeri ve döviz kuru gibi varlık fiyatları çoğunlukta açıklaması güç büyük hareketlenmelere(dalgalanmalara) sahiptir. Nakit krizine yol açan, nakit paraya karşı olan spekülatif saldırılar çok iyi giden ekonomiler için bile krizin vurduğu ülke ile aynı anda meydana gelebilir. Borsa ve gayrimenkulde meydana gelen spekülatif balon yükselişler neredeyse heryerde görülmektedir ve patlak verdiklerinde finansal istikrarsızlığa bile neden olabilirler. Güçlü temel taşlar, bu yüzden ekonomiyi finansal krizlerden yalıtamamaktadır. Zayıf yönetime sahip ekonomiler, yine de nakit ve finansal krizlere karşı özellikle kırılgan olmaktadırlar.


Son Aşama: Nakit Krizinin Tam bir Finansal Krizi Tetiklemesi

Yeni gelişen piyasa ekonomilerini gelişmiş ekonomilerden ayıran anahtar özellik onların borç piyasalarının yapısıdır. Gelişmiş ekonomilerde enflasyon orta düzeydedir ve bu yüzden borç sözleşmeleri neredeyse sabit faizli uzun vadelidir. ABD’de konut ipoteklerinin neredeyse yarısı örneğin, sabit oranlı ve yaklaşık 30 yıl vadeli ve 30 yıl veya daha uzun vadeli şirket bonoları yaygındır.

Yeni gelişen piyasa ekonomilerine sahip ülkeler ise tersine, çok yüksek ve değişken enflasyon oranlarına ve bunlara eşlik eden oldukça geniş dalgalı yurtiçi para değerine sahiptiler. Bu yaşanmış tecrübenin bir sonucu, borç sözleşmelerinin enflasyon riskini azaltmak adına çok kısa vadeli olmasıdır. Bazı yeni gelişen piyasa ülkelerinde, örneğin, neredeyse bütün bankalar değişken oranlarla, aylık veya sıkça günlük bazda ayarlanmış olan ödünç verme sözleşmeleri yapmaktadır. Ayrıca, nakit para değerlerinin kötü yönde değişmesi(değer kaybetmesi) olasılığı nedeniyle de, yeni gelişen piyasalardaki bazı finansal olmayan kurumlar, bankalar ve hükümetin borçlanma kağıtlarını genellikle Amerikan Doları cinsinden basmaları daha kolaylarına gelir.47 Bu, Meksika’da bir ayakkabı imalatçısının 100 milyon peso borçlanma ihtiyacı olması, fakat bankanın, pesonun gelecek sene değerinin ne olacağı konusunda emin olmaması nedeniyle ayakkabı imalatçısına aynı miktarda dolar vermesi anlamına gelmektedir. Örneğin, dolar kuru 100 peso=10 dolar ise, banka ayakkabı imalatçısına 10 dolar verir. Bu olaya, borcun dolarizasyonu denir. 48

Borç sözleşmelerinin yabancı paraya çevrildiği zaman(dolara), önceden tahmin edilmemiş veya yerel paranın devalue(pesonun) edilmesi yerel para cinsinden yerel firmaların sırtındaki borç yükünü arttırır. Çünkü dolar üzerinden borçlandıkları borçlarını geri öderken daha fazla peso vermek durumunda kalırlar. Mal ve hizmet üreten firmaların çoğu fiyatlandırmalarını yerel para üzerinden yaptıklarından, borç değeri yükselirken, firmaların varlıklarının değeri, peso cinsinden yükselmez. Yerel paranın değer kaybı borcun değerini varlıklara nispeten yükseltir ve firmanın net değeri düşer. Net değerdeki bu düşün ters seçim ve ahlaki tehlike sorunlarını daha önce de anlattığımız gibi arttırarak, yatırım ve ekonomik faaliyetleri azaltır.

Bu sistemin nasıl çalıştığını görmek için, 1997 yılında Endonezya’nın yaşadığı ve rupiahın değerinin %75 değer kaybettiği nakit krizine bakmak gerekir. Dolar üzerinden yapılan borç böylece rupiah üzerinden dörde katlanmış oldu. Bu durumda hemen hemen her Endonazyalı firma dolar üzerinden olan borcunu ödeyemez hale geldi. artık Endonezyalı firmalar iyi bilançolara sahip olsa dahi, ve şahane yatırım fırsatlarına sahip olsalar dahi, ödeme aczine sahip olan firmalara borç vermedeki ahlaki tehlike ve ters seçim sorunları şiddet kazandığından dolayı, hiç kimse bu firmalara borç vermeye yanaşmaz. Yatırım ve harcamalar tüm ekonominin olduğu gibi yıkılır.

Ürünlerinin çoğunu ihraç eden firmalar için, yerel paranın değer kaybının acı etkisi daha az olur. Değer kaybı ihracatçının ürettiği mal ve hizmetin fiyatını arttıracak, bu surette yerel parayla olan bilanço değerleri yükselecektir. Aktif fiyatlarındaki artış ihracatçının borcundaki artışı karşılamaya yardımcı olacaktır. Buradan çıkan sonuç, yeni gelişen piyasalarda ihracat sektöründe büyük olmak, nakit çöküşünün bilanço ve tüm ekonomi üzerindeki para çöküşünün sonuçlarının, ampirik bulguların da gösterdiği gibi, daha az şiddetli olmasını sağlamaktadır.49

Şimdi, yeni gelişen piyasa ekonomilerindeki borç piyasasının kurumsal yapısının paranın değer kaybının ekonomileri tam bir finansal kirize soktuğunu ileri süren, ekonomistlerin “çifte kriz” olarak adlandırdığı olguyla nasıl bir ilişki halinde olduğunu göreceğiz.(Kaminsky ve Reihnart, 1999). Bu, nakit krizinin ve finansal krizin aynı zamanda meydana gelmesi anlamına gelmektedir. Çünkü bu gelişmekte olan piyasa ülkelerinde bulunan birçok firma başta dolar ve yen olmak üzere yabancı para üzerinden boçlara sahiptirler. Kendi para birimlerinin değer kaybetmesi sonucu yerel para birimi türünden borçları, varlık değerlerinin sabit kalsa bile, artar. Mart 1995 tarihine kadar Meksika pesosu yarı yarıya değer kaybı yaşadığında ve Tayland, Filipinler, Malezya ve Güney Kore paraları da 1998 yılının başına kadar %30 ila %50 arasında değer kaybı yaşarken, firmaların bilançoları negatif düzeyde zirveler yapmış ve ters seçim ve ahlaki tehlike sorunlarının dramatik bir şekilde artmasına neden olmuştur. Bu negatif şok, daha önce de gördüğümüz üzere, para değerinin %75 düşmesiyle özellikle Endonezya için acı verici olmuştur ve hemen hemen bütün firmalarının, yabancı para cinsinden olan borçlarını ciddi miktarda ödeyemez duruma gelmelerine yolaçmıştır.

Eğer bir ekonomi tamamen dolarize olmuşsa, bu durum, Arjantin ekonomisinde olduğu gibi50, borçların çoğu dolar cinsindense, para çöküşü gerçekten de yıkıcı olur. Çünkü bilançolarda tamamen bir yıkım olacaktır. Bu krizin sonunda, Arjantin 2001-2002 yılları arasında oldukça kötü bir depresyona girmiş, işsizlik oranı %20’lere ulaşmıştır. Bir karşılaştırma yaparsak; ABD bu oranı, 1930’lu yıllarda yaşadığı Büyük Buhran döneminde yakalamıştır.

Nakit(para) çöküşü ayrıca enflasyona neden olmaktadır. Birçok yeni gelişen piyasa ülke merkez bankalarının, enflasyonla mücadele etmek adına çok az güvenilirliği vardır. Bu yüzden, keskin bir para krizinden sonra paranın değerindeki keskin düşüş, ithalat fiyatlarına derhal yukarı doğru bir baskı yapar, bu durum da hem beklenen enflasyon hem de gerçekleşen enflasyon oranının yükselmesine muhtemelen yol açar. Bu olay nakit krizinden sonra, yıllık bazda enflasyon oranının %50 dolaylarına yükseldiği Meksika ve Endonezya’da yaşanmıştır. Meksika ve Endonezya’da nakit krizinden sonra, beklenen enflasyondaki yükseliş, enflasyon riskini telafi etmek zorunda olan faiz oranlarının hızla yükselmesine neden olmuştur. Faiz ödemelerinin artışla sonuçlanması, asimetrik bilgi sorununa neden olan, firmaların nakit akışlarının azalmasına neden olmaktadır. Çünkü firmalar artık yatırımlarını finanse etmek için dışsal fonlara daha fazla bağımlı olacaklardır. Ters seçim ve ahlaki tehlikenin artması sonucu, yurtiçi ve yabancı kreditörlerin borç vermede daha az gönüllü olmalarına neden olacaktır.

Ekonomik aktivitelerdeki çöküş nedeniyle, daha sonra ekonomide meydana gelen bir kötüleşme firmaların ve hanehalkının nakit akışını ve bilançolarında kötüleşme meydana getirir ve bu da onların, borçlarını artık ödeyememe durumu içerisine girdiğini ve bankaların ciddi miktarda kayıplarına yolaçacağı anlamına gelmektedir. Faiz oranlarındaki hızlı yükseliş ayrıca bankaların karlılıkları ve bilançoları üzerinde olumsuz etkiye sahiptir. Hatta bankalar için daha kötüsü, yabancı paraya endeksli yükümlülüklerinin değerinin, devaluasyondan sonra hızlıca yükselmesidir. Böylece bankaların bilançoları hem varlık hem de yükümlülük (aktif-pasif) açısından, varlık değerlerinin düşmesi ve yükümlülük değerlerinin de yükselmesi olarak kendini gösterecek ve bilançoları sıkıştıracaktır.51 Üstelik, bazı bankaların yabancı para üzerinden olan borçları çok kısa vadeli olduğundan, borç değerindeki hızlı bir artış banka için derhal bir soruna neden olmaktadır. Çünkü bu borcun hızlı bir şekilde geri ödenmesi gerekmektedir.

Bu koşullar altında, bankacılık sistemi bir panik anında olacak ve hükümetin güvenlik ağının çökmesi ile acı çekecektir. Bazı durumlarda IMF yani gelişen piyasa ülkelerine banka paniklerinden sakınılması ve mevduat sahiplerinin korunması için yardım etmektedir.(diğer taraftan Endonezya çok sayıda bankanın işi bırakmak zorunda kaldığı banka paniği deneyimini yaşamıştır). Fakat, banka sermayesi kayıpları ve hükümetin bankaların desteklenmesi yönünde bir müdahaleye gereksinimi altında, hatta IMF’nin yardımıyla, bankaların borç verme yeteneği keskince azalmaktadır. Bankacılık paniğini arttırmayan bir bankacılık krizi, hala, bankaların borç vermelerini engellemekte ve ters seçim ve finansal piyasalarda ahlaki tehlike sorunlarının, bankaların finansal aracılık görevini yeterli derecede yerine getiremediğinden, daha da kötüleşmesine neden olmaktadır. Bankacılık krizi ve kredi piyasalarında ters seçim ve ahlaki tehlike sorunlarını arttıran diğer faktörler, krizlerin sonucunda borç vermenin ve ekonomik faaliyetin çöküşünü açıklamaktadır.


Bulaşıcılık

Şimdiye kadar, yeni gelişen piyasalardaki, kendi işlemlerinin ve olaylarının yolaçtığı finansal sistem şoklarını inceledik, ancak bütün finansal krizler ülkelerin kendi içsel faktörlerinden kaynaklanmaz: bir ülkede meydana gelen herhangibir nakit veya finansal kriz bir başka ülkeye yayılabilir. Bu sürece bulaşıcılık adı verilir. Krizin bulaşıcılığı üzerine yapılan araştırmalar bize, büyük miktarda sermaye akımının olduğu yerlerde bu akım birden kesildikten sonra,52 krizin başladığı ülkenin şaşırdığı ve bankalar, karşılıklı fonlar veya hedging fonlar gibi yaygın kreditörlerin oldukça desteklenmesinin varlığının hayati derecede tehlikeli olduğunu göstermektedir. Bu kreditörler bulaşıcılığı yaşayan ülkelere borç veren kreditörlerdir.53 1997 Doğu Asya krizinde, örneğin, Tayland’da Temmuz ayında bahtın devalue edilemesi ile başlamıştır. Önce, finansal piyasalara iştirak etmiş olanlar Tayland finansal sektöründe bazı şeylerin kötü gittiğini kabul etmişlerdir, ve onlar diğer Doğu Asya ülkelerinin benzer biçimde finansal bir riziko altında olduğunun farkına varmışlardır. Spekülatif saldırılar artık bölgenin diğer ülkelerine karşı başlamıştır. Güney Kore, Malezya, Filipinler ve Endonezya ayrıca bankacılık sistemini zayıflatan borç verme patlaması yaşayamışlardır; satış baskısı kendi para değerlerinin çökmesine neden olacak derecede de büyük olmuştur. Bu diğer para cinslerine yapılan spekülatif baskılar Tayland bahtına yapılan başarılı spekülatif saldırı tarafından tetiklenmiş olabilir. Sonuç olarak, diğer paralara yapılan spekülatif saldırıların başarılı olması demek, bu para cinsine sahip olan ülkelerin yerel bankacılık sektörlerinde benzer sorunlara sahip olduğu anlamına gelmektedir. Spekülatörler ayrıca, Singapur, Hong Kong ve Tayvan’nın paralarını da satmaya başlamışlardı, fakat bu ülkeler bankacılık sektörünü iyi bir şekle sokan güçlü ve tedbirli düzenleyici ve denetleyici yapıya sahip olmalarından dolayı, saldırılara karşı hayatta kalabilmişlerdir. Bu ülkelerin hükümetleri para birimlerinin değerini başarıyla korumuş, devaluasyondan uzak tutmuştur ve finansal kriz meydana gelmemiştir. Doğu Asya finansal krizleri, o zaman, tam zamanlaması muhtemelen Tayland krizinin yayılmasından etkilenmesine rağmen, ilk olarak kendi içlerindeki, kendi işlemlerinden oluşmuştur.


VII. SONUÇ

Finansal globalleşme, kurumsal gelişmeleri teşvik etmede, finansal piyasaların, sermayenin verimli kullanım alanlarına tahsisi kritik işlevini etkin olarak yerine getirebilmesi için, önemli bir role sahiptir. Sermayenin etkin bir biçimde, verimli alanlara tahsisi büyüme yaratma ve fakirliği azaltmada anahtar faktördür. Fakat, gördüğümüz üzere, finansal globalleşme iyilik için kuvvetli bir güç olmasına rağmen, eğer bir ülke bu süreci uygun bir şekilde yönetemez ise kötü sonuçlara da yol açabilir.54 Ülkelerin finansal piyasalarını yabancı sermayeye açtıklarında yaşayacakları finansal krizin olasılığının artışı, neden finansal globalleşme ve ekonomik büyüme arasında açık, net bir ilişki olmadığını açıklamaktadır. Bu berbat olmuş finansal globalleşme ayrıca bir tehlike görünümü içindedir. Çünkü bu durum globalleşmeye karşı güçlü bir tepki de yaratabilir. Biz bu tepkiyi özellikle Arjantin gibi finansal krizi yaşadıktan sonra globalleşme sempatisinin zayıfladığı ülkelerde gördük.55

Uygulanan kötü politikalar, finansal gelişmenin yaşanmaması ve finansal globalleşmenin yıkıcı finansal krizlere neden sıkça sebebiyet vermesinin nedenidir. Finansal globalleşmeyi reddetmek yerine, eğer başarılı bir finansal gelişmeyi ve finansal globalleşmeyi destekleyecek politikalar geliştirirsek, ekonomik büyüme için ortamı büyük ölçüde geliştirebiliriz. Bu çalışmadaki analiz bunun nasıl yapılabileceğine dair ipuçları sağlamaktadır. Fakat, iyi politikalar edinmek de açık bir anlam ifade etmemektedir ve bunları tartışmak da başka bir çalışmaya bırakılmak zorundadır.56


SONNOTLAR

GDP verileri Maddison’un (2001) çalışmasından ve uluslararası ticaret verileri ise Taylor’un(2002) çalışmasından alınmıştır. Sermaye akımı verileri ise Obstfeld ve Taylor’un(2002) çalışmasından alınmıştır.
Gördüğümüz gibi, sermaye, fakir ülkelerdeki zayıf kurumsal yapı nedeniyle zengin ülkelerden fakir ülkelere gitmez. Ampirik bulgular da bu görüşü desteklemektedir. Alfaro, Kalemli-Ozcan ve Volosovych (2003), Kalemli-Ozcan ve Volosovich (2004)
2002 yılı için yabancılar tarafından arz edilen, brüt sermaye oluşumu figürü(yüzde) Dünya Bankası’dan alınmıştır.
Örneğin; Kearl, Pope, Whiting ve Dimmer’in (1979) çalışmasında, ekonomistlerin %97’si, genelde veya bazı koşullarla, gümrük tarifelerinin ve ithalat kotalarının genel ekonomik refahı düşürdüğü konusunda görüş birliğine varmıştır.
George Soros, sanki finansal globalleşme düşmanıymış gibi sık sık medyada görülmektedir. Ancak Soros’u okursanız(2002) eğer adımlar globalleşmenin düzgün çalışmasını sağlayacak şekilde atılırsa, finansal globalleşmeyi savunan görüşe yer verdiğini görürsünüz. Bu konu görüşlerle tutarlı bir şekilde kitabında ifade edilmiştir.
Martin Wolf’un muhteşem kitabı (2004), finansal globalleşmeyi eleştiren istisna bir kitaptır. Ayrıca bk. Calomiris(2002)
Alden ve Beattie’nin(2002) çalışmasına atfen s.16
Bu başlık üzerine kapsamlı ampirik bulgunun bulunduğu teknik olmayan muhteşem bir çalışma dünya Bankası’nda (2001) bulunabilir. Ayrıca bk. Ross Levine(2004), Schmucklr(2004) ss.39-66. Son makalede, ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde, finansal derinliğin ekonomik büyüme üzerinde kritik bir öneme sahip olduğuna ulaşılmıştır. Bk. Aghion, Howitt, ve Mayer-Foulkes (Şubat, 2005)
Bazı araştırmalarda, finansal derinlik olgusu, finansal sektörün genişlemesi olarak karakterize edilmiştir. Burada ise, finansal derinlik terimini daha genel olarak sadece finansal genişlemeyi değil, ayrıca sermayeyi daha verimli alanlara, kullanımlara dağıtan finansal kurumların gelişmesi olarak ele aldım. Abiad, Oomes ve Ueda’ya göre (2005) finansal sektörün kurumsal çatısını geliştiren finansal serbestleşme, yüksek ekonomik büyümeye yol açar ve bu durum da sadece finansal sektörün genişlemesinden çok daha önemlidir.
Bu sonuçla ilişkili olarak, nedensellik finansal gelişmeden büyümeye doğru olmayabilseydi, 1960 yılından önceki yüksek ekonomik büyüme, yüksek bir finansal gelişmeye ve sonra yine yüksek ekonomik gelişmeye yol açabilirdi. Bu hariç tutulursa, son makaleler, tipik olarak yüzyıllar önce belirlenmiş yasal sistem odağında araçsal değişken tekniklerini son büyümeden çok önce kullanmışlardır. Bu araçsal değişken teknikleri, periyodun başında finansal gelişme için bir araç olarak kullanılmaktadır: Sonuç aynı, ekonomik büyüme ile finansal gelişme pozitif yönde ilişkilidir. Örnek olarak bk. Levine, Loayza ve Beck(2000), Levine ve Zervos(1998) ve Beck, Levine ve Loayza(2000)
ve bu durum daha çok dışsal finansmana bağlı olan endüstrilerde özellikle doğrudur. Bk. Raghuram Rajan ve Luigi Zingales (1998)
Honohan(2004), s. 4. Jeong ve Townsend(2005) gibi örnek çalışmalar finansal derinliğin ekonomik büyüme üzerindeki önemini vurgulamaktadır.
Dünya Bankası’nın yıllık yayını olan Doing Business(2005) (Dünya Bankası, 2005) De Soto’nun zaman ve mülkiyet kaydı maliyetleri sayılarını oldukça farklı metodoloji kullanarak güncellemiştir. Dünya Bankası rakamları De Soto’nunkilerden önemli derecede düşük fakat, iki tarafın verileri de hala fakir ülkelerdeki mülkiyet kayıt maliyetlerinin zengin ülkelerdekinden daha uzun ve daha maliyetli olduğunu göstermişlerdir.
Bir ünlü çalışma da, Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un(2001) ve Jewsiewicki’nin(1983) tarıştığı gibi, Belçika Kongo’sunun nasıl Belçika Kralı Leopold’un egemenliği altında olduğudur. Yirminci yüzyılın başlarında uluslararası bir protesto hareketine neden olan Kongo’da uygulanan Belçika politikası oldukça acımasız ve sömürgeciydi.
Albouy(2005) Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un(AJR’S) metodolojik temellerinin sonuçlarının gücünü sorgulamış ve yerleşiklerin ölüm varilerinin, çalışmalarında yanlış olarak kullanıldığını belirtmiştir. Fakat, kurumsal gelişmenin ekonomik gelişmenin ötesinde şiddetli bir anahtar faktör olduğu sonucuna ulaşan AJR’nin sonuçlarını destekleyen yerleşik ölüm oranlarının kullanılmadığı farklı metodolojik yaklaşımlara sahip olan diğer makaleler bunu kabul etmemiştir.. Örn: bk. Easterly ve Levine(2003), Rodrik, Subramanian ve Trebbi(2002) ve Glaeser, La Porta ve Lopez-de-Silanes ve Shleifer(2004).
Ayrıca, yeni fikirlere kapalı bir ülkede yasal sistem oluşturulduğunda, iyi şekilde işleyeceği görülmemektedir: Berkowitz, Pastor ve Richard(2000).
Inter-American Gelişme Bankası(2005) 10. ünite, devlet sahipliğindeki bankaların özel sektör bankalarından daha düşük verimli olduğunu, düşük performanslı borçlara, yüksek giderlere ve düşük getirilere sahip olduğunu bulmuştur.
Çin’in satın alma gücü paritesi ile kişi başına düşen GDP’si ABD’nin %13’ü kadardı.(Dünya Bankası, 2004)
Boyreau-Debray ve Wei(2004) Çin’deki devlet ağırlıklı finansal sistemin verimsiz devlet firmalarını desteklediğini, ve bu durumun bölgeler arasında düşük sermaye hareketliliği ile sonuçlandığını ve sermayeyi yüksek verimli bölgelerden daha düşük verimli bölgelere dağıtmakta olduğunu göstermiştir.
Rajan ve Zingales’in (2002) çalışmasında, İngiltere’deki sürecin işleyişi için “Hükümetlerin Ehlileştirilmesi(The Taming of the Government)” adı altında altıncı üniteye bakınız. ss. 129-156.
Sahip-temsilci analizi diğer taraftan La Porta, Lopez-de-Silanes ve Shleifer’in (2002) çalışmalarındaki bulgunun sonucunu açıklamaktadır. Bu bulgu: devlet sahipliğindeki bankaların finansal gelişme ve büyüme üzerinde olumsuz etkisinin fakir ülkelerde daha büyük olduğudur. Şeffaflığın az olduğu fakir ülkelerde, politikacıların fonları kendilerine, yakın çevrelerine veya kendilerini destekleyen şirketlere aktarmak için devlet sahipliğindeki bankaları etki altına almaları kolaydır. Özgür güçlü basına sahip zengin ülkelerde ise bu durumun gerçekleşmesi, basının bu uygulamaları derhal açığa duyurduğu için oldukça zordur.
Latin Amerika tarihi, finansal baskının yükümlüleri cesaretlendirmesinin birçok örneğini çizmiştir. Örneğin bk. Haber (1997, 2004)
Rajan ve Zingales’in (2003b) görüşü çalışmanın temel önemli ölçüde yapısıyla desteklenmiştir. Morck, Wolfenzon ve Yeung (2004) makalesinde bu literatürü şu şekilde özetlemiştir: “Bazı ülkelerde geniş piramitsel gruplar, kendi şirket sektörlerinin büyük bir bölümünün yönetişimini, etkin bir şekilde, aşırı derecede zengin küçük ailelere emanet etmiştir. Bu durum ise birkaç aile reisinin, verimsizce, ekonomi çapında sermaye dağılımı, yeniliklerde azalan yatırım ve geciktirilmiş ekonomik büyüme bağlamında basiretsiz yönetişimini büyükmüş gibi göstermektedir. Üstelik status quo’nun sürdürülmesiyle bu elit aileler, özel mülkiyet hakları gelişimini, sermaye piyasasının gelişimini ve ekonominin dışa açıklığını(openness) azaltacak şekilde hükümet politikaları üzerinde bazen etkili olduğu görülmektedir. Biz bu duruma ekonomik siper olarak anıyoruz. Ekonomik siperin bazı ülkeler için önemli bir sorun olduğuna işaret eden, varolan birçok çalışmayı savunmaktayız.
Bu sınırlayıcı düzenlemeler 1990’lı yıllara kadar aslında tam olarak ortadan kaldırılmamıştır.
Rajan ve Zingales(2003b) Japonya’daki yükümlü finansal kurumların hükümetin yardımıyla da finansal sisteme bir baskı yapabildiğini içeren bir grafik ortaya koymuştur. 1933 yılında Japon bankaları Maliye Bakanlığı’ndan firmaların şirket bonosu ihraç edebilmesi ve ne koşullarda ihraç edebilmesine karar verecek bir “Bono Komitesi” kurulması konusunda onay almıştır. Sonuç olarak Japon bankaları şirket bonolarının ihracını küçük miktarlarla sınırlandırmıştır. 1970’lerin sonlarında finansal piyasalara açılma ile birlikte bu sistem çökmüş ve şirket bonosu ihracı büyük bir hızla artmıştır.
Ticari açıklık ayrıca sermaye kontrollerinin etkinliğini zayıflatmaktadır. Çünkü uluslararası ticaret ile uğraşan firmalar, ithalat ve ihracatı faturalandırarak aşağı yukarı bu durumdan korunabilmektedir. Serbest ticaretten dolayı az etkili sermaye kontrolleri, finansal globalleşmenin desteklenmesi ile nipeten daha fazla terkedilecektir. Bk. Aizenman(2003)
Finansal gelişme ayrıca rekabetin desteklenmesine de yardımcı olur. Çünkü yeni kurulmuş firmalar daha önce kurulmuş firmalarla rekabet edebilmesi ile yeni firmalara, diğerlerini elde etme konusunda olanak verir. Artan rekabet ayrıca büyüme üzerinde kritik bir elementtir. Çünkü artan rekabet verimliliği ve üstün teknolojiyi benimsemeyi teşvik eder. Gerçekten de, Latin Amerika ülkeleri gibi gelişmekte olan ülkelerin neden çok fakir olduklarının önemli bir nedeni rekabet üzerindeki engelleridir. Rekabet engellerinin ekonomik büyümeyi nasıl durdurduğuna ilişkin bir tartışma için bk. Cole, Ohanian, Riascos ve Schmitz, Jr. (2004)
bu figürler Henry’nin çalışmasından (2003) alınmıştır. Ek bulgular için bk. Levine ve Zervos(1998), Bekaert ve Harvey(2000), Bekaert, Harvey ve Lumsdaine(1998), Bekaert, Harvey ve Lundblad(2001), Henry(2000), Henry(2000), IMF(2001) ve Kim ve Singal(2000). Klein ve Olivei(1999) ve Bailliu(2000) ayrıca bu faydaların fakir ülkeler için çok net olmadığını bulmuşlardır.
Örneğin, bk. Levine(1997), Eichengreen(2001), Fischer(2003), Edison, Klein, Ricci ve Slok(2004), ve Prasad, Rogoff, Wei ve Kose(2003). Prasad, Rogoff, Wei ve Kose’nin çalışmasının 31. sayfası bu literatürü şu sözlerle özetlemiştir: “Tablo 3, bu konudaki en yeni 14 çalışmayı özetlemektedir. Kırk sayfadan üçü finansal entegrasyonun büyüme üzerindeki pozitif etkisini göstermektedir. Ancak sayfaların çoğunluğu bu etkinin olmadığını veya gelişmekte olan ülkelerde farklı(karışık) etkileri olduğu eğilimindedir. Bu durum ise finansal entegrasyonun büyüme üzerinde pozitif etkisi varsa, bunun muhtemelen güçlü olmadığını veya çok güçlü olduğunu ileri sürmektedir.” Son sayfada finansal globalleşme konusunda pozitif meyilli(iyimser) olan Prasad, Rogoff, Wei ve Kose(2004) şu cümlelere yer vermektedirler, “Biz finansal globalleşmenin doğru koşullar altında faydalı olabileceğini bulduk. Ampirik olarak, büyük kurumlar ve yönetişimin kalitesi gelişmekte olan ülkelerin globalleşmeden fayda sağlamasına yardımcı olmaktadır.” Bu literatürde ençok atıf yapılan çalışmaların bazıları şunlardır: Alesina, Grilli ve Milesi-Ferretti, (2004), Quinn(1997), Kraay(1998), Rodrik(1998), Tornell, Wastermann ve Martinez(2004), Arteta, Eichengreen ve Wyplosz(2001), Edwards(2001) ve Edison, Levine, Ricci ve Slok(2002). Enson bulguları barındıran Klein’in çalışması(2005) ülkelerde daha iyi kurumlarla sermayenin serbestleşmesinin gerçekten de yüksek büyümeye neden olduğunu bulmuştur.
Tornell, Wastermann ve Martinez(2004) finansal serbestleşme ve artan finansal krizler arasında ampirik bir ilişkiyi belgelendirmiştir.
Çok da iyi bilinmemesine rağmen, Şili 1982-1983 yıllarında benzer bir finansal kriz atlatmıştır. 1982 yılında GDP hemen hemen %14, 1983 yılında ise % 3 azalmış enflasyon ise %20’nin üzerine çıkmıştır. Bk. Alejandro (1985).
Bk. Kaminsky Reinhart(1999). Benzer bulgular Glick ve Hutchinson(1999), ve Demirguc-Kunt ve Detragiache(1998a) ve Williamson ve Mahar(1998)’un çalışmasında da bulunmuştur.
Bk. Mishkin(1999), Tablo 2, s.11
Bk. Mishkin(1999), Tablo 2, s.11
Krugman(1998) ve Dooley(2000) hükümet garantisinin(safety net), borçlanma patlamasının gelişmesi ve akabinde finansal krizlerin gerçekleşmesinde anahtar bir faktör olduğunu vurgulamıştır.
Friedman ve Schwartz’ın da vurguladığı gibi (1963) ekonomi üzerindeki diğer olumsuz etkipara arzı üzerindeki bankacılık paniğinin etkisi yoluyla ortaya çıkmaktadır. Çünkü bankacılık paniği mevduatların nakite dönmesine yol açar, ve para çarpanı analizine göre para arzı azalır. Para arzındaki azalışın sonucunda ise finansal piyasalarda ters seçim ve ahlaki tehlike unsurlarını arttıran faiz oranlarının artar ve daha sonra ekonomik faaliyetlerin bozulmasına neden olur.
Demirguc-Kunt ve Detragiarche (1998b) finansal serbestleşmenin banka franchise’inin değerini düşürdüğünü ve böylelikle bankanın net değerinin düştüğünü ve bu durumun da bankaları yüksek risk almaya teşvik ettiği yönünde güçlü bir rekabet olduğu bulgusuna ulaşmıştır. Bu ise bize finansal serbestleşmenin neden bir borç patlamasına neden olduğunu gösteren diğer bir sonuçtur.
Makoto ve Kawakami (1997). Anı büyük şirketler katma değerin %8.4 / GDP’sini üretmektedir.
bu eğilim, Korea First, Seoul, Hanil ve Commercial Bank of Korea gibi büyük ve eski bankalarda daha kuvvetliydi. Doğal olarak 1997 krizinde en büyük darbeyi de onlar yedi ve hükümet tarafından devralınmak zorunda kaldı.
Brazilya, 1999 yılında mali ve nakit krizi yaşamalarına rağmen, diğer ülkelerin burada tartıştıklarının aksine, bankacılık sisteminin kur riskine karşı hedging yapması nedeniyle finansal bir krize sürüklenmemiştir.
Buradaki analiz, Stiglitz ve Weiss’in de kullandığı gibi (1981) kredi sınırlandırılmasını anlatmaktadır. Kredi sınırlaması, borç alanın yüksek faiz oranından borcunu ödemeye razı olmasına rağmen borcunu reddetmesini açıklar. Stiglitz ve Weiss modeli, Mnkiw’in çalışmasında (1986) faiz oranı artışının finansal bir yıkıma doğru nasıl yol açtığını açıklayan ilk uygulamalı modeldir.
Yüksek faiz oranlarının bu etkisi fon arzının kötüleşmesinden kaynaklanmıştır ve yüksek faiz oranlarının neden bir ekonomik kötüleşmeye yolaçtığını anlatan alışılmış talep hikayesinden farklı olarak etkilemektedir. Bu hikayede, borçlanma ve yatırım talebi faiz oranları yükselince düşmektedir. Çünkü yatırım projesinin finansman maliyeti artmaktadır.
Nakit akışının yatırımları etkilediğini gösteren ampirik bulgular için bk. Fazzari, Hubbard ve Petersen(1988), Gertler ve Gilchrist(1994) ve Hubbard’ın (1995), Bernanke ve Gertler’in (1995) çalışmaları.
Net değerin yatırım ve çıktı dalgalanmaları üzerindeki etkisi ile ilgili bulgu ve teorik temeller için bk. Bernanke ve Gertler (1989), Calomiris ve Hubbard (1989), Calomiris ve Hubbard (1990) ve bir önceki sonnotta adı geçen çalışmalar.
Sadece sanayileşmiş ekonomilerde(gelişmekte olan ekonomiler hariç) finansal istikrarsızlığa yolaçan bir faktör de, daha önce tartışmadığımız, Fisher’in (1933) açıklamış olduğu borç-deflasyon sorunudur. Enflasyonun ılımlı olduğu yani daha çok sanayileşmiş ülkelerde, bazı borç kontratları oldukça uzun vadelidir. Bu kurumsal çevrede, fiyat düzeyindeki beklenmeyen bir düşüş firmaların net değerlerinde bir düşüşe yolaçar. Fiyatlar düştüğü zaman varlıkların değerini de beraberinde düşürür. Fakat borç ödemelerinin kontrat nedeniyle nominal olarak sabitlendiğinden, fiyat düzeyindeki beklenmeyen bir düşüş firmaların net değerini düşürür. ( Alternatif olarak , fiyat düzeyi düşüşünün bir sonucu olarak reel anlamda firmanın yükümlülüklerinin değerini arttırdığını; borcun reel yükünü arttırdığını fakat varlıkların reel değerini arttırmadığını düşünebilirsiniz. Sonuç olarak reel anlamda varlıklar ve yükümlülükler arasında farklılık vardır). Beklenmeyen deflasyon böylelikle reel net değerde ciddi bir düşüşe neden olmaktadır ve borç verenlerin artan ters seçim ve ahlaki tehlike ile yüz yüze gelmelerine yolaçmaktadır. Ters seçim ve ahlaki tehlikenin artmasının sonucu olarak yatırımlar ve ekonomik aktiviteler düşecektir. Borç-deflasyon sorunu ABD’nin Büyük Buhran süresince ve Japonya’nın en son daha küçük çapta yaşadığı tecrübelerdir.
Burnside, Eichenbaum ve Rebelo (2001) bankacılık krizinin bütçe açığına yolaçacak olan, hükümetin bankacılık sistemine verdiği garanti nedeniyle, ayrıca mali dengesizliğe yol açacağını vurgulamışlardır. Bu durum ise banka bilançolarının kötüleşmesinin yerel para biriminde nasıl aşağı doğru spekülatif baskıya yolaçacağını ve böylelikle nakit krizine yolaçacağına olanak veren diğer bir kanaldır.
Eichengreen ve Hausmann(1999), Eichengreen, Hausmann ve Panizza(20xx), ülkelerin kendi para birimlerinden borçlanamamalarının diğer bir nedeni olarak, piyasadaki yerel likiditenin eksikliği olduğunu tartışmışlardır. Bu durumu ise “orjinal hata(original sin)” olarak adlandırmışlardır. Bu durum ayrıca oldukça tartışmalıdır(örneğin; bk. Goldstein ve Turner(2004)).
Yükümlülüklerin hemen hemen %40’ı hem Latin Amerika hem de alt ve orta gelirli ülkelerde dolarize edilmiştir. Bk. Inter-Amerikan Gelişme Bankası(2005). Şekil4.1, s.50, Şekil 4.7 s.53 gösteriyor ki; ticaret dışı sektörlerdeki firmaların borçları yabancı paralar cinsinden olup büyük bir kısmı dolar cinsindendir.
Bk. Calvo, Izquierdo ve Talvi(2003), eğer ülkeler düşük açıklık oranına, yüksek düzeyde dolarize edilmiş yükümlülüğe ve yüksek borç düzeyine sahipseler, ani duruşlarda çok kırılgan olmaktadırlar.
2001 yılında Arjantin’in tüm yükümlülükleri içindeki dolar cinsinden yükümlülüğünün payı %70 civarındaydı. Bk. Inter-Amerikan Bankası, Unlocking Credit, op. Cit, şekil4.1, s.50.
önemli bir diğer nokta ise; bankalar yabancı para cinsinden uyumlu bir varlık-yükümlülük oranına sahip ve böylelikle yabancı-döviz piyasası risklerine karşı korunsalar bile, bir devalüasyon bankaların bilançolarında çok ciddi zararlara yolaçabilir. Devalüasyon olduğu zaman, yabancı para cinsinden olan valığın karşılığının tamamen ödenmesi, işletme şartlarının kötüleşmesi nedeniyle muhtemel olmamaktadır. Başka bir deyişle, bir devalüasyon olduğunda, borçlunun bilançosundaki yabancı para cinsinden varlık ve yükümlülükler arasındaki uyumsuzluk, piyasa riskini bankalar için bir kredi riskine dönüştürerek borcunu ödeyememesine yolaçabilir.
Sermaye girişlerini birdenbire sermaye çıkışına dönüştüren, ani duruş sorunu(sudden stop) tartışması için bk. Calvo ve Reinhart(2000), ss. 175-201.
Bulaşıcılığın testine ilişkin ilk çalışmalardan biri Eichengreen, Rose ve Wyplosz(1996) ‘un çalışmalarıdır. Bulaşıcılık üzerine teorik ve ampirik tartışmaların yeraldığı literatür için bk. Kaminsky, Reinhart ve Vegh(2003) ve Claessens, Dornbusch ve Park(2001).
Ancak, Kaminsky ve Schmuckler(2002) finansal globalleşmeden kaynaklanan finansal krizlerin kısa dönem acıları, büyüme üzerinde uzun dönemde faydalı olduğu görüşünü ele almıştır.
Bk. Pew Research Center’daki makaleler(2003).
Bk. Mishkin(2005) ve bir sonraki kitabımın 8-13 arası bölümler,(Mishkin, forthcoming) başarılı finansal globalleşmeyi destekleyen politikalar üzerine görüşlerim için.









REFERANSLAR

Acemoglu, Daron, Simon Johnson and James A Robinson ( 2001), “The Colonial Origins of
Comparative Development: An Empirical Investigation,” American Economic Review, vol. 91, no. 5 (December), pp. 1369-1401

Abiad, Abdul, Nienke Oomes and Kenichi Ueda (2005), “The Quality Effect: Does Financial
Liberalization Improve the Allocation of Capital?” paper presented at the Journal of Banking and Finance/World Bank Conference on Globalization and Financial Services in Emerging Market Countries, June 20-21.

Aghion, Philippe and Patrick Bolton, (1997), “A Trickle-Down Theory of Growth and
Development with Debt Overhang,” Review of Economic Studies, vol. 64, pp. 151-72.

Aghion, Philippe, Howitt, Peter and David Mayer-Foulkes, (2005) “The Effect of Financial
Development on Convergence: Theory and Evidence,” Quarterly Journal of Economics vol. 120 (February): 173-222.

Aizenman, Joshua (2003), “On the Hidden Links Between Financial and Trade Opening,”
University of Santa Cruz, mimeo.

Albouy, David (2005) “The Colonial Origins of Comparative Develoment: A Reexamination Based on Improved Settler Mortality Data” University of California, Berkeley, February.

Alden, A Edward and Alan Beattie (2002), “Comment and Analysis – Keeping the Faith,”
Financial Times, London Edition, May 6th, 2002.

Alejandro, “Carlos Diaz (1985),”Goodbye Financial Repression: Hello Financial Crisis,” Journal of Development Economics vol 19, no. 1-2, pp. 1-24.

Alesina, Alberto, Vittorio Grilli and Gian Maria Milesi-Ferretti, (2004), “The Political Economy of Capital Controls,” in Leonardo Leiderman and Assaf Razin (eds.) Capital Mobility: The Impact on Consumption, Investmetn and Growth (Cambridge University Press: Cambridge).

Alfaro, Laura, Sebnem Kalemli-Ozcan, and Vadym Volosovych (2003) “Why Doesn’t Capital Flow from Rich to Poor Countries? An Empirical Investigation,” Harvard Business School mimeo.(December)

Alfaro, Laura, Sebnem Kalemli-Ozcan, and Vadym Volosovych ( 2004) “Capital Flows in a
Globalized World: The Role of Policies and Institutions,” Harvard Business School mimeo.
(November).

Arteta, C., Barry Eichengreen and Charles Wyplosz (2001), “When Does Capital Account
Liberalization Help More Than it Hurts?” NBER Working Paper No. 8414 (August);

Bailliu, Jeannine (2000), “Private Capital Flows, Financial Development, and Economic Growth in Developing Countries,” Bank of Canada Working Paper No. 2000-15 (July).

Banerjee, Abhijit and Andrew Newman (1993), “Occupational Choice and the Process of
Development,” Journal of Political Economy vo. 101, pp. 274-98.

Barajas, Adolfo, Roberto Steiner and Natalia Salazar (2000), “The Impact of Liberalization and Foreign Investment in Colombia’s Financial Sector,” Journal of Development Economics 63(1), pp. 157-96;

Barth, James R., Gerard Caprio and Ross Levine (2001), “Banking Systems Around the Globe: Do Regulation and Ownership Affect Performance and Stability?” in Frederic S. Mishkin, ed., Prudential Regulation and Supervision: What Works and What Doesn't (University of Chicago Press: Chicago, 2001), pp. 31-95.

Barth, James R., Gerard Caprio, Jr. and Ross Levine (2002), "Bank Regulation and Supervision: What Works Best?” World Bank Policy Research Paper 2733, forthcoming Journal of Financial Intermediation

Beck, Thorsten, Ross Levine and Norman Loayza (2000). ”Finance and the Sources of Growth,”Journal of Financial Economics, vol 58, no. 1-2, pp. 261-300.

Beck, Thorsten, Asli Demirguc-Kunt and Ross Levine, (2004), “Finance, Inequality and Poverty: Cross-Country Evidence,” World Bank, mimeo. April.

Beck, Thorsten and Ross Levine (2004), “Legal Institutions and Financial Development,” National Bureau of Economic Research Working Paper No. 10417 (April)..

Bekaert, Geert, and Campbell R. Harvey (2000), “Foreign Speculators and Emerging Equity
Markets,” Journal of Finance, vol. 55 (April), pp. 562-613,

Bekaert, Geert, Campbell R. Harvey and Robin L. Lumsdaine (1998), “Dating the Integration of World Equity Markets,” NBER Working Paper 6724 (September).

Bekaert, Geert, Campbell R. Harvey and R. Lundblad (2001), “Does Financial Liberalization Spur Growth?” NBER Working Paper No. 8245 (September);

Berkowitz, David, Katharina Pastor and Jean-Francois Richard (2000), “Economic Development, Legality and the Transplant Effect,” Working Paper 39, Harvard University, Center for International Development (March).

Bernanke, Ben S. and Mark Gertler (1989), “Agency Costs, Net Worth and Business Fluctuations,”American Economic Review, vol. 79, no. 1, (March), pp. 14-31,

Bernanke, Ben S. and Mark Gertler (1995), “Inside the Black Box: The Credit Channel of Monetary Transmission”, Journal of Economic Perspectives, vol. 9, no. 4, (Fall), pp. 27-48.

Bhagwati, Jagdish (1998), “The Capital My: The Difference between Trade in Widgets and
Dollars,” Foreign Affairs 77 (May/June 1998)

Bhagwati, Jagdish (2002) The Winds of the Hundred Days: How Washington Mismanaged
Globalization (MIT Press: Cambridge, Mass.)

Bhagwati, Jagdish (2004). In Defense of Globalization (Oxford University Press: New York).

Boyreau-Debray, Genevieve and Shang-Jin Wei (2004), “Pitfalls of a State-Dominated Financial System: The Case of China,” CEPR Discussion Papers 4471 (July).

Burnside, Craig, Martin Eichenbaum and Sergio Rebelo (2001), “On the Fiscal Implications of Twin

Crises,” National Bureau of Economic Research Working Paper No. 8277 (May).
Calomiris, Charles (2002), A Globalist Manifesto for Public Policy (Institute of Economic Affairs: London).

Calomiris, Charles W. and R. Glenn Hubbard (1989), “Price Flexibility, Credit Availability and Economic Fluctuations: Evidence from the United States, 1894-1909,” Quarterly Journal of Economics, vol. 54 (August), pp. 429-52,

Calomiris, Charles W. and R. Glenn Hubbard (1990), “Firm Heterogeneity, Internal Finance, and ‘Credit Rationing’” Economic Journal, (March).

Calvo, Guillermo A., Alejandro Izquierdo and Ernesto Talvi (2003), “Sudden Stops, the Real
Exchange Rate, and Fiscal Sustainability: Argentina’s Lessons,” National Bureau of Economic Research Working Paper No. 9828 (July).

Calvo, Guillermo and Carmen Reinhart (2000), “When Capital Inflows Come to a Sudden Stop: Consequences and Policy Options,” in Peter Kenen and Alexander Swoboda, eds., Reforming the International Monetary and Financial System, (International Monetary Fund: Wash. D.C.): 175-201.

Caprio, Gerard and Maria Soledad Martinez-Peria (2000), “Avoiding Disaster: Policies to Reduce the Risk of Banking Crises,” World Bank mimeo. And Egyptian Center for Economic Studies Working Paper No. 47.

Claessens, Stijn, Asli Demiriguc-Kunt and Harry Huizinga (2000), “The Role of Foreign Banks in Domestic Banking Systems,” in Stijn Claessens and Marion Jansen, eds. The
Internationalization of Financial Services: Issues and Lessons for Developing Countries (Kluwer Academic Press: Boston);

Claessens, Stijn , Asli Demiriguc-Kunt and Harry Huizinga (2001), “How Does Foreign Bank
Entry Affect Domestic Banking Markets,” Journal of Banking and Finance, vol. 25., no. 5, pp., 891-911.

Claessens, Stijn, Dornbusch, Rudiger, and Yung Chul Park (2001) “Contagion, Why Crises
Spread and How This Can Be Stopped,” in Stijn Claessens and Kristin J. Forbes, eds.,
International Financial Contagion (Kluwer Academic Publishers: Boston): 9-41.

Claessens, Stijn and Marion Jansen (2000), The Internationalization of Financial Services: Issues and Lessons for Developing Countries (Kluwer: Dordrecht, Holland).

Claessens, Stijn and Leora Klapper (2002), “Bankruptcy around the World: Explanations of its Relative Use,” World Bank mimeo., June, forthcoming in American Law and Economic Review.

Clarke, George, Robert Cull, Laura D’Amato and Andrea Molinari (2000), “The Effect of Foreign Entry on Argentina’s Banking System,” in Stijn Claessens and Marion Jansen, eds. The Internationalization of Financial Services: Issues and Lessons for Developing Countries (Kluwer Academic Press: Boston)

Cole, Harold L., Lee E. Ohanian, Alvara Riascos and James A. Schmitz, Jr. (2004), “Latin
America in the Rearview Mirror,” NBER Working Paper No. 11008 (December).
Dehejia, Rajeev H. and Roberta Gatti, (2002) “Child Labor: The Role of Income Variability and Access to Credit in a Cross Section of Countries,” World Bank Policy Research Paper 2767 (January).

Demirguc-Kunt, Asli and E. Detragiache (1998a), “Financial Liberalization and Financial
Fragility,” International Monetary Fund Working Paper no. 98/83 (June).

Demirguc-Kunt, Asli and Enrica Detragiarche (1998b), “The Determinants of Banking Crises:
Evidence from Developed and Developing Countries,” IMF Staff Papers, vol 45, no. 1 (March), pp. 81-109.

Demirguc-Kunt, Asli and Vojislav Maksimovic (1998). “Law, Finance and Firm Growth,”
Journal of Finance 53 (December): 2107-37.

De Soto, Hernando (2000), The Mystery of Capital: Why Capitalism Triumphs in the West and Fails Everywhere Else (Basic Books; New York).

Dooley, Michael (2000) “A Model of Crises in Emerging Markets,” Economic Journal vol. 110 (January), pp. 256-72.

Easterly, William and Ross Levine (2003) “Tropics, Germs and Crops: How Endowments Influence Economic Development,” Journal of Monetary Economics 50(1) (January): 3-40

Edison, Hali, Ross Levine, Luca Ricci and Torsten Slok (2002), “International Financial
Integration and Economic Growth,” Journal of International Money and Finance vol. 21, pp. 749-76.

Edison, Hali J., Michael W. Klein, Luca Antonio Ricci and Torsten Slok (2004), “Capital Account Liberalization and Economic Performance: Survey and Synthesis,” IMF Staff Papers vol. 51, no.2 , pp. 26-62.

Edwards, Sebastian (2001), “Capital Mobility and Economic Performance: Are Emerging
Economies Different?” NBER Working Paper No. 8076 (January).

Eichengreen, Barry (2001), “Capital Account Liberalization: What Do Cross-Country Studies Tell Us,” The World Bank Economic Review, vol. 15, no. 3, pp. 341-65 (October).

Eichengreen, Barry and Ricardo Hausmann (1999) “Exchange Rates and Financial Fragility,” in New Challenges for Monetary Policy (Federal Reserve Bank of Kansas City: Kansas City): 329-368.

Eichengreen, Barry, Hausmann, Ricardo and Ugo Panizza (20xx), “The Mystery of Original Sin,”in Barry Eichengreen and Ricardo Hausmann, eds., Debt Denomination and Financial Instability in Emerging-Market Economies (University of Chicago Press: Chicago).

Eichengreen, Barry, Rose, Andrew, and Charles Wyplosz (1996) “Contagious Currency Crises: First Tests,” Scandanavian Journal of Economics, 98: 463-84.

Estevadeordal, Fanz and Alan Taylor (2002) “The Rise and Fall of World Trade 1870-1939" NBER Working Paper W 9318 (November).

Fazzari, Steven M., R. Glenn Hubbard, and Bruce C. Petersen (1988), “Financial Constraints and Corporate Investment: New Evidence on Financing Constraints,” Brookings Papers on Economic Activity, 1, pp. 141-95.

Fischer, Stanley (2003). “Globalization and Its Challenges,” American Economic Review vol. 93: 1-30.

Fisher, Irving (1933), "The Debt-Deflation Theory of Great Depressions", Econometrica, Vol. 1, pp. 337-57.

Folkerts-Landau, David, Gary J. Schinasi, M. Cassard, V.K. Ng, Carmen M. Reinhart and M.G. Spencer (1995), “Effect of Capital Flows on the Domestic Financial Sectors in APEC Developing Countries,” in Capital Flows in the APEC Region, in Moshin S. Khan and Carmen M. Reinhart, eds. (International Monetary Fund: Washington, D.C), pp. 31-57.

Friedman, Milton and Anna J. Schwartz (1963), A Monetary History of the United States 1867-1960 (Princeton: Princeton University Press)

Galor, Oded and J. Zeira, (1993) “Income Distribution and Macroeconomics,” Review of Economic Studies, vol. 60 (January), pp. 35-52,

Gertler Mark, and Simon Gilchrist (1994), “Monetary Policy, Business Cycles, and the Behavior of Small Manufacturing Firms, Quarterly Journal of Economics, vol. 109 (May), pp. 309-40,

Glaeser, Edward, La Porta, Rafael and Lopez-de-Silanes, Florencio, and Andrei Shleifer (2004) “Do Institutions Cause Growth?” National Bureau of Economic Research Working Paper 10568 (June).

Glick, Reuven and Michael Hutchison (1999), “Banking and Currency Crises: How Common
are Twins?” in Financial Crises in Emerging Markets, eds. Reuven Glick, F. Moreno and M.
Spiegel (Cambridge University Press: New York)

Goldberg, Linda (2004), “Financial Sector FDI and Host Countries: New and Old Lessons,”
Federal Reserve Bank of New York Staff Reports No. 183 (April).

Goldstein, Morris and Philip Turner (2004). Controlling Currency Mismatches in Emerging Markets (Institute for International Economics: Washington, D.C.).

Haber, Stephen (1997), How Latin America Fell Behind: Essays on the Economic Histories of
Brazil and Mexico, 1800-1914 (Stanford University Press, Stanford, California)

Haber, Stephen (2004), “Political Competition and Economic Development: Evidence from the Banking Systems of the United States and Mexico,” Stanford University mimeo. (December).

Hahm, Joon-Ho (2003), “The Government, the Chaebol and Financial Institutions Before the
Economic Crisis,” in Stephan Haggard, Wonhyuk Lim and Euysung Kim, eds., Economic Crisis and Corporate Restructuring in Korea (Cambridge University Press: Cambridge, UK), pp. 79-101.

Hahm, Joon-Ho and Frederic S. Mishkin (2000) "The Korean Financial Crisis: An Asymmetric Information Perspective," (with Joon-Ho Hahm) Emerging Markets Review, Vol.1, #1: 21-52.
.
Henry, Peter Blair (2000), “Equity Prices, Stock Market Liberalization, and Investment,” Journal of Financial Economics 58(1-2), pp. 301-34.

Henry, Peter Blair (2000), “Stock Market Liberalization, Economic Reform, and Emerging Market Equity Prices,” Journal of Finance 55, pp. 529-64.

Henry, Peter Blair (2003), “Capital Account Liberalization, the Cost of Capital and Economic
Growth,” American Economic Review vol 93, no. 2 (May) pp. 91-96.

Hongyi, Li, Lyn Squire and Heng-fu Zou (2001),“Explaining International and Intertemporal
Variations in Income Inequality,” Economic Journal, 108(1), pp. 26-43 (December).

Honohan, Patrick, (2004) “Financial Development, Growth and Poverty: How Close are the
Links?” World Bank Policy Working Paper No. 3203. (February)

Hubbard, R. Glenn (1995), “Is There a ‘Credit Channel’ for Monetary Policy?” Federal Reserve Bank of St. Louis Review, vol. 77, (May/June), pp. 63-74/

Inter-American Development Bank, (2005) Unlocking Credit: The Quest for Deep and Stable Bank Lending, 2005 Report, Economic and Social Progress in Latin America (Inter-American Development Bank and Johns Hopkins University Press, Wash. D.C. 2005).

International Monetary Fund (2001), World Economic Outlook (IMF: Washington, D.C. October).

Jeong, Hyeok and Robert M. Townsend, (2005), “Sources of TFP Growth: Occupational Choice and Financial Deepening,” University of Chicago mimeo. (April)

Jewsiewicki, B. (1983) , “Rural Society and the Belgian Colonial Economy,” in D. Birmingham and P.M. Martin, eds. The History of Central Africa, Volume II (Longman, New York).

Kaminsky, Graciela L., Reinhart, Carmen M. (1999), “The Twin Crises: The Causes of Banking and Balance of Payments Problems,” American Economic Review, vol 89, pp. 473-500.

Kaminsky, Graciela L., Reinhart, Carmen M. and Carlos A Vegh (2003) “The Unholy Trinity
of Financial Contagion,” National Bureau of Economic Research WorkingPaper 10061 (October).

Kaminsky, Graciela and Sergio Schmuckler (2002), “Short-Run Pain, Long-Run Gain: The
Effects of Financial Liberalizations,” World Bank Working Paper 2912 (October).

Kane, Edward (1977), “Good Intentions and Unintended Evil: The Case Against Selective Credit Allocation,” Journal of Money, Credit and Banking, vol. 9, no. 1 (1977) pp. 55-69.

Kearl, James R., Clayne L. Pope, Gordon C. Whiting and Larry T. Dimmer (1979) “A Confusion of Economists,” American Economic Review Papers and Proceedings vol. 69 No. 2 (May 1979) pp. 28-37.

Kim, E. Han, and Vijay Singal (2000), “Stock Market Opening: Experience of Emerging Market Economies,” Journal of Business, vol. 73 (January), pp. 25-66.

King, Robert and Ross Levine, (1993), “Finance and Growth: Schumpeter Might Be Right,”
Quarterly Journal of Economics vol. 108, pp 717-737.

Klein, Michael (2005) “Capital Account Liberalization, Institutional Quality and Economic

Growth: Theory and Evidence,” National Bureau of Economic Research Working Paper No.
11112 (February).

Klein Michael and Giovanni Olivei (1999), “Capital Account Liberalization, Financial Depth and Economic Growth,” NBER Working Paper No. 7384 (October).

Kraay, Art, (1998), “In Search of the Macroeconomic Effects of Capital Account Liberalization,”World Bank, Development Research Group, Washington, D.C.

Krugman, Paul, (1998) “What Happened to Asia?” M.I.T. mimeo.

La Porta, Rafael Florencio Lopez-de-Silanes, Andrei Shleifer and Robert W. Vishny, (1997)
“Legal Determinants of External Finance,” The Journal of Finance 52(3), pp. 1131-50

La Porta, Rafael, Florencio Lopez-de-Silanes, Andrei Shleifer and Robert W. Vishny, (1998),
“Law and Finance,” Journal of Political Economy 106 (6), pp. 1113-55

La Porta, Rafael, Florencio Lopez-de-Silanes, and Andrei Shleifer (2002), “Government
Ownership of Banks,” Journal of Finance, 57 (1), pp. 265-301

Levine, Ross (1996), “Foreign Banks, Financial Development and Economic Growth,” in Claude E. Barfield, ed., International Financial Markets: Harmonization versus Competition (AEI Press:Washington, D.C.)

Levine, Ross (1997), “Financial Development and Economic Growth: Views and Agenda,”
Journal of Economic Literature, vol. 35, no. 2, pp. 688-72.

Ross Levine, (2004), “Finance and Growth,” National Bureau Working Paper 10779 (September 2004), forthcoming in in Philippe Aghion and Steven N. Durlauf eds. Handbook of Economic Growth (North Holland).

Levine, Ross, Norman Loayza and Thorsten Beck, (2000), “Financial Intermediation and Growth: Causality and Causes,” Journal of Monetary Economics, vol 46 (1), (August) pp. 31-77

Levine, Ross and Sara Zervos, (1998), “Stock Markets, Banks, and Economic Growth,” American Economic Review vol. 88, no. 3 (June), pp. 537-58

Levine, Ross, and Sara Zervos (1998), “Capital Control Liberalization and Stock Market
Development,” World Development 26, pp. 1169-84;

Lucas, Robert (1990) “Why Doesn’t Capital Flow from Rich to Poor Countries?” American
Economic Review 80, 2 (May), pp. 92-96.

Maddison, Angus (2001) The World Economy: A Millenial Perspective (Paris: Development Centre of the Organization for Economic Co-operation and Development).

Makoto, Abe, and Mamoko Kawakami (1997), “A Distributive Comparison of Enterprise Size in Korea and Taiwan,” The Developing Economies, XXXV-4 (December), pp. 382-400.

Mankiw, N. Gregory (1986), "The Allocation of Credit and Financial Collapse.", Quarterly
Journal of Economics, Vol. 101, pp. 455-70.

Mishkin, Frederic S. (1999), “Global Financial Instability: Framework, Events, Issues,” Journal of Economic Perspectives, vol. 13 (4) (Fall), pp. 3-20.

Mishkin, Frederic S. (2003), "Financial Policies and the Prevention of Financial Crises in
Emerging Market Countries," in Martin Feldstein, ed., Economic and Financial Crises in Emerging Market Countries (University of Chicago Press: Chicago): 93-130.

Mishkin, Frederic S. (2005), “Getting Financial Globalization Right,” paper prepared for the World Bank/Journal of Banking and Finance conference Globalization and Financial Services in Emerging Market Countries, Washington, D.C. June 20-21-2005.

Mishkin, Frederic S. (Forthcoming), The Next Great Globalization: How Disadvantaged Nations Can Harness Their Financial Systems to Get Rich (Princeton University Press: Princeton, N.J.)

Morck, Randall, Daniel Wolfenzon, and Bernard Yeung (2004), “Corporate Governance,
Economic Entrenchment and Growth,” NBER WP 10692 (August) forthcoming in the American Economic Association’s Journal of Economic Literature

Obstfeld, Maurice and Taylor, Alan M., (2002), “Globalization and Capital Markets,” NBER
Working Paper No. 8846 (March).

Obstfeld, Maurice and Alan M. Taylor (2004). Global Capital Markets: Integration, Crisis and Growth (Cambridge University Press: Cambridge).

Pew Research Center For The People & The Press (2003) Views of a Changing World: June 2003 (Pew Research Center For The People & The Press: Wash. D.C. 2003)

Prasad, Eswar, Kenneth Rogoff, Shang-Jin Wei and M. Ayhan Kose (2003), “Effects of Financial Globalization on Developing Countries: Some Empirical Evidence.” International Monetary Fund, mimeo. (March 17).

Prasad, Eswar, Kenneth Rogoff, Shang-Jin Wei and M. Ayhan Kose (2004), “Financial
Globalization Growth and Volatility in Developing Countries,” NBER Working Paper No. 10942 (December).

Rodrik, Dani, Subramanian, Arvind, and Francesco Trebbi (2002), “Institutions Rule: The Primacy of Institutions over Geography and Integration in Economic Development,” National Bureau of Economic Research Working Paper No. 9305 (November).

Quinn, Dennis P. (1997), “The Correlates of Change in International Financial Regulation,”
American Political Science Review vol. 91 (September), pp, 531-51,

Rajan, Raghuram ad Luigi Zingales, (1998), “Financial Dependence and Growth,” American
Economic Review 88(3) (June) pp. 559-586.

Rajan Raghuram and Luigi Zingales (2003a), “The Great Reversals: the Politics of Financial
Development in the 20th Century,” Journal of Financial Economics, 69, pp. 5-50.

Raghuram G. Rajan and Luigi Zingales, (2003b), Saving Capitalism from the Capitalists:
Unleashing the Power of Financial Markets to Create Wealth and Spread Opportunity (Crown Business: New York)

Rodrik, Dani (1998), “Who Needs Capital-Account Convertibility?” in Stanley Fischer et al,

Should the IMF Pursue Capital-Account Convertibility? Essays in International Finance No. 207, Department of Economics, Princeton University (May).

Schmuckler, Sergio L. (2004) “Financial Globalization: Gain and Pain for Developing Countries,” Federal Reserve Bank of Atlanta Review (Second Quarter):. 39-66.

Stiglitz, Joseph (2002), Globalization and its Discontents (W.W. Norton: New York, 2002).

Stiglitz, Joseph E. and Andrew Weiss (1981), "Credit Rationing in Markets with Imperfect
Information", American Economic Review, Vol. 71 (1981), pp. 393-410.

Soros, George (2002) On Globalization (Public Affairs: New York).

Svalaeryd, H. and J. Vlachos, (2002), “Market for Risk and Openness to Trade: How Are They Related?” Journal of Public Economics 57 (2) (2002), pp. 364-95.

Taylor, Alan M. (1992) “External Dependence, Demographic Burdens and Argentine Economic Decline after the Belle Poque,” Journal of Economic History 52 (December), pp. 907-36.

Taylor, Alan (2002), “Globalization, Trade and Development: Some Lessons from History”
National Bureau of Economic Research Working Paper No. 9326 (November).

Tornell, Aaron, Frank Westermann and Lorenza Martinez (2004), “The Positive Link Between Financial Liberalization, Growth and Crises,” National Bureau of Economic Research Working Paper No. 10293 (February)

Tornell, Aaron, Frank Westermann and Lorenza Martinez ( 2004), “The Positive Link Between Financial Liberalization, Growth and Crises,” National Bureau of Economic Research Working Paper No. 10293 (February),

Unite, Angelo and Michael Sullivan (2003), “The Effect of Foreign Entry and Ownership
Structure on the Philippine Domestic Banking Market” , Journal of Banking and Finance, Vol. 27. Issue 12, (December 2003).

Weil, David N. (2005), Economic Growth (Addison-Wesley: Boston)

Weitzman, Martin (1970), "Soviet Postwar Economic Growth and Capital Labor Substitution,"American Economic Review vol. 60, no. 4 (September), pp. 676-92

Williamson, John and M. Mahar (1998), A Survey of of Financial Liberalization, Princeton Essays in International Finance no. 211 (Princeton University: Princeton N.J. November).

Wolf, Martin (2004), Why Globalization Works? (Yale University Press: New Haven, 2004).

World Bank (2001), Finance for Growth: Policy Choices in a Volatile World (World Bank and Oxford University Press: Oxford).

World Bank (2004) World Development Indicators (World Bank, Washington DC,)

World Bank (2005) Doing Business in 2005: Removing Obstacles to Growth (World Bank,
International Finance Corporation and Oxford University Press: Washington, D.C.).

Is Financial Globalization Beneficial?
Frederic S. Mishkin
JEL Nos. F02, O10, O16, G20

[*] Balıkesir Üniversitesi İktisat Bölümü mezunu